Zülfü Livaneli( 1946) Uyeoll10

Join the forum, it's quick and easy

Zülfü Livaneli( 1946) Uyeoll10

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

    Zülfü Livaneli( 1946)

    By BiLiNMeZ
    By BiLiNMeZ
    SD Admin
    SD Admin


    Nereden : İstanbul
    Üyelik : 03/09/09
    Mesaj Sayısı : 5443
    Rep Gücü : 38109
    Başarı Sistemi : 11
    Uyarılar : Uyarı Yok
    Yorum : Dikkat: Bu Site Bağımlılık Yapar

    Zülfü Livaneli( 1946) Empty Zülfü Livaneli( 1946)

    Mesaj tarafından By BiLiNMeZ Perş. Ekim 01, 2009 2:06 pm

    Zülfü Livaneli

    ( 1946)

    Ömer
    Zülfü Livaneli 1946 yılında Konya Ilgın’da doğdu. Sinemaya ilgisi özgün
    film müzikleri yapmakla başladı. Hikaye kitapları yazdı. Çeşitli
    ülkelerde konserler verdi. Yorumuyla uluslararası üne sahip oldu. Yer
    Demir Gök Bakır'la yönetmenliğe başladı (1987).

    Önemli filmleri (besteci):Otobüs (Tunç Okan), Sürü (Zeki Ökten), Hazal
    (Ali Özgentürk), Yılanı Öldürseler (Türkan Şoray), Yol (Şerif
    Gören)-Yönetmen: Sis (1988).

    HAKKINDA YAZILANLAR

    Zülfü Livaneli:‘Hayatımı kültüre adadım
    Ünal Bolat
    Türkiye 2 Aralık 2000

    Dünya Değişirken
    Gazetedeki köşemin adı da Dünya Değişirken... Ben değişime çok açık bir
    insanım ve dünya değişiminin rotasını çizen insanlarla da arkadaşım.
    Gorbaçov’la da çok yakın arkadaşlığım var. Bunlar dünyayı değiştirmiş
    insanlar. Bunlarla yıllardan beri görüş alış verişi içerisindeyim.
    Benim söylediğim şey şu. Ben gerek gençliğimde gerek politik yaşamla
    ilgilendiğimden beri hiçbir zaman Sovyetler Birliği hayranı olmadım.
    Oradaki sistemi tasvip etmedim. Komünist partililerin dikta rejimiyle
    yönettiği ülkelere hiçbir yakınlık duymadım. Ben ilk başta düşündüğümü
    şimdi yine savunuyorum. Neydi bu: “Bu dünyada sömürü alçakça bir
    şeydir. İnsanların sömürülmemesi lazımdır. Çalışan insan emeğini alması
    lazımdır. Ülkelerin birtakım zenginler tarafından soyulmaması lazımdır.
    Bir de kültürün insan yaşamında çok seviyeli bir şekilde yer tutması
    gerekir.” Ben hayatını buna adamış bir insanım. Ben kültür adına
    mücadele verdim. Kültürün insanlar tarafından gündelik hayatlarında
    yudumlanması gerekir. Benim görüşlerim buydu yine aynı görüşleri
    savunuyorum.

    21. yüzyılı da ıskalayacağız
    1920’lerde çok umutlu başlamıştı Türkiye Cumhuriyeti. Bugün geldiğiniz
    noktaya bakın. Yunanistan’ın yaşam kalitesi bakımından 65 basamak
    altındayız. Ama bütün zihinler hâlâ devleti ele geçirip kamu
    kaynaklarını soymak, yandaşlarına paylaştırmakla meşgul. Bundan başka
    bir şey yok. İşte bunlar, bizi geleceğe umutlu bakamayacak hale
    getiriyor. Biz 20. yüzyılı ıskaladığımız gibi, 21. yüzyılı da daha
    fazla ıskalamaya aday haldeyiz. Çünkü aradaki farklar açılıyor. Bugün
    İngiltere önümüzdeki 20 yıl içinde Hindistan’dan 75 bin bilgisayar
    mühendisi alacak. Bunun anlaşmasını yapıyor. Hindistan bütün
    okullarında eğitimini bu bilgisayara göre yönlendirdi. Büyük bir insan
    gücü oluşturuyor. Bu bakımdan, Toffler benim çok yakın arkadaşımdır.
    Bütün dünya bu beyinden, bu fikirden yararlanır. Onu zamanın Başbakanı
    Demirel’le de görüştürmüştüm. On yıl önce bize çok güzel bir teklif
    yapmıştı. “Slikon vadisi kapsamında Türk şirketleri girişimde bulunsun.
    Belki şirketler belli bir para kaybedebilir ama hiç olmazsa bu
    teknolojiyi ülkenize transfer edebilirsiniz” demişti. Bunu o zaman
    Demirel’e iletmiştik. Ama ne yazık ki aile fotoğraflarından bu gibi
    işlere vakit yoktu. Olmadı da...

    Sanatçı mı afyon mu?
    Sanatçı denilen, bilmem bir gecede kırk milyar alan, toplumu eğlendiren
    oyalayan kimselere sanatçı deniliyorsa ben öyle sanatçı değilim.
    Türkiye’de son yıllarda göze çarpan bir gelişme var. Bu toplumun
    sorunları çok ağır, giderek de ağırlaşıyor. Devlet kaynakları
    soyuluyor.Yurttaşların bu devlette hiçbir söz hakkı yok. Dört yılda bir
    onlardan oy alıp bırakılıyor. Onların fikirlerine sözlerine hiç önem
    verilmiyor.Sağlık sistemimiz çöküyor, eğitim sistemimiz çöküyor.
    Ülkenin geleceğine ait kaygılar yoğunlaşıyor. İnsanlar yaşam güçlüğü
    içinde. Bu durumda bir ülkede insanların siyasete ağırlıklarını
    koymaları ve zengini daha zengin fakiri daha fakir yapan bu sisteme
    katlanamamaları gerekir. Ama bu insanlara afyon gibi bir eğlence
    sistemi sunuyor özel televizyonlar. Birtakım üç dört tane mankenin aşk
    ilişkilerine, o gece kiminle yatıp kalktığına, hangi arabayla nereye
    gittiğine kilitlenmiş bir eğlence şekli var. Bunu da sanat dünyası diye
    adlandırıyorlar.

    Sanat dünyasına girenler
    İşte böyle, gece aleminde barlarda dolaşan, çapraşık ilişkiler içinde
    olan, cinsel kimlikleri de tartışmalı tuhaf tuhaf insanlar giriyor. Ve
    bunların maceralarını oturup 60 milyon insana gece gündüz
    seyrettiriyorlar, okutuyorlar. Bundan başka insanların bir şey
    düşünmesini imkânsız hale getiriyorlar. Çocukları böyle yetiştiriyorlar
    artık. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’de çok hazin bir manzara var
    gerçekten. İnsanlar kendi sorunlarıyla ilgilenemiyorlar. Onun bedeli
    olarak da o görevi üstlenenlere, işte ayda kırk milyar falan
    veriyorlar. Ayda kırk milyar lira kazanan, otellerin kral dairelerinde
    kalan, ne iş yaptığı hangi kabiliyeti olduğu, topluma ne gibi katkısı
    olduğu şüpheli birtakım yaratıklar; onun dışında kendi inim inim
    inlediği halde, kendi derdini unutup bunlara bakıp avunan bir halk;
    buna da sanat dünyası diyen bir medya. Bu bir tesadüf değildir. Bir
    model oluşturuluyor. Bu toplum modeli içinde bazıları öne çıkartılıyor
    ve toplum uyuşturuluyor. Bugün toplumun temelini oluşturan milyonlarca
    memuru işçiyi köylüyü esnafı emekliyi açlık sınırının altına iteceksin,
    bir avuç insanı daha zengin hale getireceksin. Bunun bir mekanizması
    olması lazım. Yoksa süpapları patlar bu ülkenin. Bunun patlamamasının
    bedelini de biz enayilik vergisi olarak o mankenlere, o tırnak içinde
    “sanatçı” dediğimiz kişilere ödüyoruz.

    Kimseye özentim yok
    Eğer Türkiye’de gerçekten sanatla uğraşıyorsanız para kazanamazsınız.
    Benim eğer sömürülmemiş olsaydım, altınım teriyle kazandığım çok param
    olması lazımdı. Türkiye’de otuz yıldır benim kasetlerimin girmediği ev
    yok gibidir. Ya da benim parçalarımı Zeki Müren’den İbrahim Tatlıses’e
    Sezen Aksu’dan Bülent Ersoy’a kadar okumayan insan kalmamıştır. En
    azından o bestelerimden kazanmam lazımdı. Ama hayatımız korsan kasetle
    uğraşmakla geçti. Korsan kasetçiler sattılar. Bir yandan telif hakları
    yayası çıkmadı. Bu arada benim bir tek para kazanma yolum vardı. O da
    neydi? Gazinolara çıkmak, içkili yerlerde şarkı söylemek. Ben de
    hayatım boyunca bunu reddettim. Bir tek kere bile öyle böyle yerlerde
    bulunmadım. Ücretsiz halk konserleri yaptım. Hiçbirinden para almadım.
    Sonunda işte geçinmek için çalışmak zorundayım. Ayrıca bir özentim
    falan da yok. Öyle insanın değerini kullandığı arabanın ya da oturduğu
    semtin ya da üstündeki giysinin kalitesinin oluşturmadığını
    düşünüyordum. Kalitesini başka değerler belirler. O bakımdan da benim
    bir zenginlik merakım zaten yok.

    UNESCO’dan büyükelçilik
    1996 yılında Paris’te merkezi bulunan UNESCO yani Birleşmiş Milletlerin
    Eğitim Kültür Bilim Kurulu bana bir büyükelçilik verdi. Bir de Genel
    Direktör danışmanlığı görevi verdi. 1996’dan beri Birleşmiş Milletlerin
    kırmızı pasaportum var. Bu günlerde bu seyahatlerin çok
    olmasının bir nedeni de bu görevim.

    Böyle bir affa karşıyım
    Af yasası kamuoyunda tasvip görmüyor. Eğer bir ülkede demokrasi varsa
    yani halkın egemenliği varsa, beğenmediği yasaları tekrar gözden
    geçirirsiniz. Halk, bu af yasasının bazı bölümlerinden memnun değil.
    Bir kere şöyle bir yanlışlık var. Devlet kendisine karşı işlenen ve
    adına düşünce suçu denilen suçları af kapsamına almıyor. Onun dışında
    trafik kazası suçundan tutun da her türlü şeyi içine koyuyor. Hatta af
    konusuna banka soygunlarında adı geçenleri de ilave etmek istediler.
    Oysa kamuoyunun en hassas olduğu konular bunlar. Sonra herkes kendi
    adamını affettirmeye çalışıyor. Dolayısıyla bence bu af Türkiye’ye
    huzur getirmeyecek. Tam tersine zaten yitirilmiş olan adalet duygusunu
    daha da yitirmeye sebep olacak. Zaten kendileri de öyle bir çıkmazın
    içindeki hükümet ortakları dahi bu konuda ne yapacağını bilmiyor. Bu af
    adil bir af değil. Ben buna karşıyım.

    Livaneli’den bir an
    Gorbaçov’un odasındaki resim
    Gorbaçov’la biz 1986 yılında tanışmıştık. O zaman Perestroyka ve
    Glasnost politikasını başlatmış olan kudretli bir devlet başkanıydı. Ve
    perestroykanın tarihi adlı kitabında bizimle görüşmesi “Perestroykanın
    ikinci önemli olayı” olarak yer aldı. O zamandan beri tanırım.
    Fikirlerini bilirim. Çeşitli ülkelerde görüştük, buluştuk. Amerika’da,
    Sovyetler Birliği’nde, İspanya’da Türkiye’de falan. Fakat en son
    Gorbaçov’u ben bundan bir ay önce Kırgızistan’da sıcak göl anlamına
    gelen Isık Göl’ün kıyılarında gördüm. Orada bir toplantımız vardı.
    Sonra da Isık Göl üzerinde bir gemi gezintimiz vardı. Orada bir
    sohbetimiz oldu. Dedi ki bana:
    -Benim evimde, çalışma masamda bir resim durur. Bu resmin kim olduğunu tahmin edersin?
    -Aile resmi mi?
    -Yok. Bir devlet adamı.
    -Lenin mi?
    -Hayır.
    -Stalin olmaz zaten, Karl Marks mı?
    -Hayır
    -Ne resmi peki?
    -Atatürk.
    Ve onun o “daça”sındaki çalışma odasında, ta gençlik yıllarından beri Atatürk resminin durduğunu kendi ağzından duydum.

    GÜNDEM

    Bir ülkenin ruhunu yaraladığınız zaman...
    Zülfü Livaneli
    Sabah 12 Nisan 2001

    Bernard Shaw, "Gazetecilik, dünya savaşı başlangıcıyla, bisiklet kazasını birbirinden ayıramayan bir alandır" der.
    Sivri dilli Shaw böyle diyerek gazetecileri kızdırabilir ama benim asla böyle bir niyetim yok.
    Sadece gazete-televizyon haberlerini art arda izlemenin, günü anlamaya yetmeyeceğini belirtmekle yetineyim.
    Birbirinden kopuk gibi görünen birçok olay, aslında yaşadığımız günün
    ruhunu oluşturuyor ve bu da gazetecilikten çok edebiyatın, yani daha
    derin bir kavrayışın alanına giriyor.
    ***
    Bugünlerde sık sık Anton Çehov geliyor aklıma; büyük Çehov! Onun dahice
    örülmüş oyunlarında da her şey olağan gibidir. Gündelik yaşam, tembel
    bir nehir gibi ağır ağır akmakta ve insanlar kendilerini bu nehrin
    akıntılarına bırakmaktadırlar.
    Yaz bahçelerindeki beyaz giysili insanlar; piyano konserleri, yemekler,
    fıkralar ve entellektüel tartışmalarla vakit geçirirler.
    Ama oyun biraz ilerleyince anlarız ki, bu insancıkların hepsi derin bir huzursuzluğun pençesindedir.
    Durup durup ağlama krizlerine giren kadınlar, ölesiye sarhoş bir
    doktor, ona umutsuzca sevdalanmış bir genç kız, ölümü bekleyen bir
    ihtiyar... Hepsi de huzursuz ve her an isteri krizlerine açık bir
    kırılganlıkta yaşamaktadır ama dış görünüşte bunu farketmeye imkân
    yoktur.
    İç huzursuzluğu anlayabilmek için Çehov çapında dahi bir yazarın, insan
    ruhlarını, sandıktan çıkarılmış gizli bir çeyiz bohçası gibi kat kat
    açması gerekmektedir.
    İhtilale, yani büyük değişime akan bir toplumdaki derin huzursuzluktur bu.
    Taşlar yerinden oynamış ve insan ruhları onulmaz biçimde yaralanmıştır.
    ***
    Türkiye'de de ekonomik krizden daha yoğun olarak yaşanan kriz bence bu.
    Amacını yitirmiş, hayallerini tüketmiş ve yarınına umutla bakamayan bir
    toplum.
    Büyük değişimin sancılarıyla kıvranan ve ne olduğunu bir türlü anlayamayan huzursuz insanlar.
    Yerleşik değerlerin çöktüğü ama bir türlü yeni değerler sistemine geçemeyen insanların iki cami arasında bînamaz kalmış hali.
    Beni en çok bu durum korkutuyor biliyor musunuz!
    Bir ülkenin ruhunu yaraladığınız zaman, ekonominin ve siyasetin bu yarayı iyileştirmesi çok zor oluyor.
    Her akşam televizyon ekranında dinlediğimiz kur, makas, çapa çıpa, para
    kurulu formüllerinin ulaşamayacağı derinlikteki bir yara bu.
    Ve için için kanıyor.

      Forum Saati Cuma Mayıs 17, 2024 8:19 am