Zülfü Livaneli
( 1946)
Ömer
Zülfü Livaneli 1946 yılında Konya Ilgın’da doğdu. Sinemaya ilgisi özgün
film müzikleri yapmakla başladı. Hikaye kitapları yazdı. Çeşitli
ülkelerde konserler verdi. Yorumuyla uluslararası üne sahip oldu. Yer
Demir Gök Bakır'la yönetmenliğe başladı (1987).
Önemli filmleri (besteci):Otobüs (Tunç Okan), Sürü (Zeki Ökten), Hazal
(Ali Özgentürk), Yılanı Öldürseler (Türkan Şoray), Yol (Şerif
Gören)-Yönetmen: Sis (1988).
HAKKINDA YAZILANLAR
Zülfü Livaneli:‘Hayatımı kültüre adadım
Ünal Bolat
Türkiye 2 Aralık 2000
Dünya Değişirken
Gazetedeki köşemin adı da Dünya Değişirken... Ben değişime çok açık bir
insanım ve dünya değişiminin rotasını çizen insanlarla da arkadaşım.
Gorbaçov’la da çok yakın arkadaşlığım var. Bunlar dünyayı değiştirmiş
insanlar. Bunlarla yıllardan beri görüş alış verişi içerisindeyim.
Benim söylediğim şey şu. Ben gerek gençliğimde gerek politik yaşamla
ilgilendiğimden beri hiçbir zaman Sovyetler Birliği hayranı olmadım.
Oradaki sistemi tasvip etmedim. Komünist partililerin dikta rejimiyle
yönettiği ülkelere hiçbir yakınlık duymadım. Ben ilk başta düşündüğümü
şimdi yine savunuyorum. Neydi bu: “Bu dünyada sömürü alçakça bir
şeydir. İnsanların sömürülmemesi lazımdır. Çalışan insan emeğini alması
lazımdır. Ülkelerin birtakım zenginler tarafından soyulmaması lazımdır.
Bir de kültürün insan yaşamında çok seviyeli bir şekilde yer tutması
gerekir.” Ben hayatını buna adamış bir insanım. Ben kültür adına
mücadele verdim. Kültürün insanlar tarafından gündelik hayatlarında
yudumlanması gerekir. Benim görüşlerim buydu yine aynı görüşleri
savunuyorum.
21. yüzyılı da ıskalayacağız
1920’lerde çok umutlu başlamıştı Türkiye Cumhuriyeti. Bugün geldiğiniz
noktaya bakın. Yunanistan’ın yaşam kalitesi bakımından 65 basamak
altındayız. Ama bütün zihinler hâlâ devleti ele geçirip kamu
kaynaklarını soymak, yandaşlarına paylaştırmakla meşgul. Bundan başka
bir şey yok. İşte bunlar, bizi geleceğe umutlu bakamayacak hale
getiriyor. Biz 20. yüzyılı ıskaladığımız gibi, 21. yüzyılı da daha
fazla ıskalamaya aday haldeyiz. Çünkü aradaki farklar açılıyor. Bugün
İngiltere önümüzdeki 20 yıl içinde Hindistan’dan 75 bin bilgisayar
mühendisi alacak. Bunun anlaşmasını yapıyor. Hindistan bütün
okullarında eğitimini bu bilgisayara göre yönlendirdi. Büyük bir insan
gücü oluşturuyor. Bu bakımdan, Toffler benim çok yakın arkadaşımdır.
Bütün dünya bu beyinden, bu fikirden yararlanır. Onu zamanın Başbakanı
Demirel’le de görüştürmüştüm. On yıl önce bize çok güzel bir teklif
yapmıştı. “Slikon vadisi kapsamında Türk şirketleri girişimde bulunsun.
Belki şirketler belli bir para kaybedebilir ama hiç olmazsa bu
teknolojiyi ülkenize transfer edebilirsiniz” demişti. Bunu o zaman
Demirel’e iletmiştik. Ama ne yazık ki aile fotoğraflarından bu gibi
işlere vakit yoktu. Olmadı da...
Sanatçı mı afyon mu?
Sanatçı denilen, bilmem bir gecede kırk milyar alan, toplumu eğlendiren
oyalayan kimselere sanatçı deniliyorsa ben öyle sanatçı değilim.
Türkiye’de son yıllarda göze çarpan bir gelişme var. Bu toplumun
sorunları çok ağır, giderek de ağırlaşıyor. Devlet kaynakları
soyuluyor.Yurttaşların bu devlette hiçbir söz hakkı yok. Dört yılda bir
onlardan oy alıp bırakılıyor. Onların fikirlerine sözlerine hiç önem
verilmiyor.Sağlık sistemimiz çöküyor, eğitim sistemimiz çöküyor.
Ülkenin geleceğine ait kaygılar yoğunlaşıyor. İnsanlar yaşam güçlüğü
içinde. Bu durumda bir ülkede insanların siyasete ağırlıklarını
koymaları ve zengini daha zengin fakiri daha fakir yapan bu sisteme
katlanamamaları gerekir. Ama bu insanlara afyon gibi bir eğlence
sistemi sunuyor özel televizyonlar. Birtakım üç dört tane mankenin aşk
ilişkilerine, o gece kiminle yatıp kalktığına, hangi arabayla nereye
gittiğine kilitlenmiş bir eğlence şekli var. Bunu da sanat dünyası diye
adlandırıyorlar.
Sanat dünyasına girenler
İşte böyle, gece aleminde barlarda dolaşan, çapraşık ilişkiler içinde
olan, cinsel kimlikleri de tartışmalı tuhaf tuhaf insanlar giriyor. Ve
bunların maceralarını oturup 60 milyon insana gece gündüz
seyrettiriyorlar, okutuyorlar. Bundan başka insanların bir şey
düşünmesini imkânsız hale getiriyorlar. Çocukları böyle yetiştiriyorlar
artık. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’de çok hazin bir manzara var
gerçekten. İnsanlar kendi sorunlarıyla ilgilenemiyorlar. Onun bedeli
olarak da o görevi üstlenenlere, işte ayda kırk milyar falan
veriyorlar. Ayda kırk milyar lira kazanan, otellerin kral dairelerinde
kalan, ne iş yaptığı hangi kabiliyeti olduğu, topluma ne gibi katkısı
olduğu şüpheli birtakım yaratıklar; onun dışında kendi inim inim
inlediği halde, kendi derdini unutup bunlara bakıp avunan bir halk;
buna da sanat dünyası diyen bir medya. Bu bir tesadüf değildir. Bir
model oluşturuluyor. Bu toplum modeli içinde bazıları öne çıkartılıyor
ve toplum uyuşturuluyor. Bugün toplumun temelini oluşturan milyonlarca
memuru işçiyi köylüyü esnafı emekliyi açlık sınırının altına iteceksin,
bir avuç insanı daha zengin hale getireceksin. Bunun bir mekanizması
olması lazım. Yoksa süpapları patlar bu ülkenin. Bunun patlamamasının
bedelini de biz enayilik vergisi olarak o mankenlere, o tırnak içinde
“sanatçı” dediğimiz kişilere ödüyoruz.
Kimseye özentim yok
Eğer Türkiye’de gerçekten sanatla uğraşıyorsanız para kazanamazsınız.
Benim eğer sömürülmemiş olsaydım, altınım teriyle kazandığım çok param
olması lazımdı. Türkiye’de otuz yıldır benim kasetlerimin girmediği ev
yok gibidir. Ya da benim parçalarımı Zeki Müren’den İbrahim Tatlıses’e
Sezen Aksu’dan Bülent Ersoy’a kadar okumayan insan kalmamıştır. En
azından o bestelerimden kazanmam lazımdı. Ama hayatımız korsan kasetle
uğraşmakla geçti. Korsan kasetçiler sattılar. Bir yandan telif hakları
yayası çıkmadı. Bu arada benim bir tek para kazanma yolum vardı. O da
neydi? Gazinolara çıkmak, içkili yerlerde şarkı söylemek. Ben de
hayatım boyunca bunu reddettim. Bir tek kere bile öyle böyle yerlerde
bulunmadım. Ücretsiz halk konserleri yaptım. Hiçbirinden para almadım.
Sonunda işte geçinmek için çalışmak zorundayım. Ayrıca bir özentim
falan da yok. Öyle insanın değerini kullandığı arabanın ya da oturduğu
semtin ya da üstündeki giysinin kalitesinin oluşturmadığını
düşünüyordum. Kalitesini başka değerler belirler. O bakımdan da benim
bir zenginlik merakım zaten yok.
UNESCO’dan büyükelçilik
1996 yılında Paris’te merkezi bulunan UNESCO yani Birleşmiş Milletlerin
Eğitim Kültür Bilim Kurulu bana bir büyükelçilik verdi. Bir de Genel
Direktör danışmanlığı görevi verdi. 1996’dan beri Birleşmiş Milletlerin
kırmızı pasaportum var. Bu günlerde bu seyahatlerin çok
olmasının bir nedeni de bu görevim.
Böyle bir affa karşıyım
Af yasası kamuoyunda tasvip görmüyor. Eğer bir ülkede demokrasi varsa
yani halkın egemenliği varsa, beğenmediği yasaları tekrar gözden
geçirirsiniz. Halk, bu af yasasının bazı bölümlerinden memnun değil.
Bir kere şöyle bir yanlışlık var. Devlet kendisine karşı işlenen ve
adına düşünce suçu denilen suçları af kapsamına almıyor. Onun dışında
trafik kazası suçundan tutun da her türlü şeyi içine koyuyor. Hatta af
konusuna banka soygunlarında adı geçenleri de ilave etmek istediler.
Oysa kamuoyunun en hassas olduğu konular bunlar. Sonra herkes kendi
adamını affettirmeye çalışıyor. Dolayısıyla bence bu af Türkiye’ye
huzur getirmeyecek. Tam tersine zaten yitirilmiş olan adalet duygusunu
daha da yitirmeye sebep olacak. Zaten kendileri de öyle bir çıkmazın
içindeki hükümet ortakları dahi bu konuda ne yapacağını bilmiyor. Bu af
adil bir af değil. Ben buna karşıyım.
Livaneli’den bir an
Gorbaçov’un odasındaki resim
Gorbaçov’la biz 1986 yılında tanışmıştık. O zaman Perestroyka ve
Glasnost politikasını başlatmış olan kudretli bir devlet başkanıydı. Ve
perestroykanın tarihi adlı kitabında bizimle görüşmesi “Perestroykanın
ikinci önemli olayı” olarak yer aldı. O zamandan beri tanırım.
Fikirlerini bilirim. Çeşitli ülkelerde görüştük, buluştuk. Amerika’da,
Sovyetler Birliği’nde, İspanya’da Türkiye’de falan. Fakat en son
Gorbaçov’u ben bundan bir ay önce Kırgızistan’da sıcak göl anlamına
gelen Isık Göl’ün kıyılarında gördüm. Orada bir toplantımız vardı.
Sonra da Isık Göl üzerinde bir gemi gezintimiz vardı. Orada bir
sohbetimiz oldu. Dedi ki bana:
-Benim evimde, çalışma masamda bir resim durur. Bu resmin kim olduğunu tahmin edersin?
-Aile resmi mi?
-Yok. Bir devlet adamı.
-Lenin mi?
-Hayır.
-Stalin olmaz zaten, Karl Marks mı?
-Hayır
-Ne resmi peki?
-Atatürk.
Ve onun o “daça”sındaki çalışma odasında, ta gençlik yıllarından beri Atatürk resminin durduğunu kendi ağzından duydum.
GÜNDEM
Bir ülkenin ruhunu yaraladığınız zaman...
Zülfü Livaneli
Sabah 12 Nisan 2001
Bernard Shaw, "Gazetecilik, dünya savaşı başlangıcıyla, bisiklet kazasını birbirinden ayıramayan bir alandır" der.
Sivri dilli Shaw böyle diyerek gazetecileri kızdırabilir ama benim asla böyle bir niyetim yok.
Sadece gazete-televizyon haberlerini art arda izlemenin, günü anlamaya yetmeyeceğini belirtmekle yetineyim.
Birbirinden kopuk gibi görünen birçok olay, aslında yaşadığımız günün
ruhunu oluşturuyor ve bu da gazetecilikten çok edebiyatın, yani daha
derin bir kavrayışın alanına giriyor.
***
Bugünlerde sık sık Anton Çehov geliyor aklıma; büyük Çehov! Onun dahice
örülmüş oyunlarında da her şey olağan gibidir. Gündelik yaşam, tembel
bir nehir gibi ağır ağır akmakta ve insanlar kendilerini bu nehrin
akıntılarına bırakmaktadırlar.
Yaz bahçelerindeki beyaz giysili insanlar; piyano konserleri, yemekler,
fıkralar ve entellektüel tartışmalarla vakit geçirirler.
Ama oyun biraz ilerleyince anlarız ki, bu insancıkların hepsi derin bir huzursuzluğun pençesindedir.
Durup durup ağlama krizlerine giren kadınlar, ölesiye sarhoş bir
doktor, ona umutsuzca sevdalanmış bir genç kız, ölümü bekleyen bir
ihtiyar... Hepsi de huzursuz ve her an isteri krizlerine açık bir
kırılganlıkta yaşamaktadır ama dış görünüşte bunu farketmeye imkân
yoktur.
İç huzursuzluğu anlayabilmek için Çehov çapında dahi bir yazarın, insan
ruhlarını, sandıktan çıkarılmış gizli bir çeyiz bohçası gibi kat kat
açması gerekmektedir.
İhtilale, yani büyük değişime akan bir toplumdaki derin huzursuzluktur bu.
Taşlar yerinden oynamış ve insan ruhları onulmaz biçimde yaralanmıştır.
***
Türkiye'de de ekonomik krizden daha yoğun olarak yaşanan kriz bence bu.
Amacını yitirmiş, hayallerini tüketmiş ve yarınına umutla bakamayan bir
toplum.
Büyük değişimin sancılarıyla kıvranan ve ne olduğunu bir türlü anlayamayan huzursuz insanlar.
Yerleşik değerlerin çöktüğü ama bir türlü yeni değerler sistemine geçemeyen insanların iki cami arasında bînamaz kalmış hali.
Beni en çok bu durum korkutuyor biliyor musunuz!
Bir ülkenin ruhunu yaraladığınız zaman, ekonominin ve siyasetin bu yarayı iyileştirmesi çok zor oluyor.
Her akşam televizyon ekranında dinlediğimiz kur, makas, çapa çıpa, para
kurulu formüllerinin ulaşamayacağı derinlikteki bir yara bu.
Ve için için kanıyor.
( 1946)
Ömer
Zülfü Livaneli 1946 yılında Konya Ilgın’da doğdu. Sinemaya ilgisi özgün
film müzikleri yapmakla başladı. Hikaye kitapları yazdı. Çeşitli
ülkelerde konserler verdi. Yorumuyla uluslararası üne sahip oldu. Yer
Demir Gök Bakır'la yönetmenliğe başladı (1987).
Önemli filmleri (besteci):Otobüs (Tunç Okan), Sürü (Zeki Ökten), Hazal
(Ali Özgentürk), Yılanı Öldürseler (Türkan Şoray), Yol (Şerif
Gören)-Yönetmen: Sis (1988).
HAKKINDA YAZILANLAR
Zülfü Livaneli:‘Hayatımı kültüre adadım
Ünal Bolat
Türkiye 2 Aralık 2000
Dünya Değişirken
Gazetedeki köşemin adı da Dünya Değişirken... Ben değişime çok açık bir
insanım ve dünya değişiminin rotasını çizen insanlarla da arkadaşım.
Gorbaçov’la da çok yakın arkadaşlığım var. Bunlar dünyayı değiştirmiş
insanlar. Bunlarla yıllardan beri görüş alış verişi içerisindeyim.
Benim söylediğim şey şu. Ben gerek gençliğimde gerek politik yaşamla
ilgilendiğimden beri hiçbir zaman Sovyetler Birliği hayranı olmadım.
Oradaki sistemi tasvip etmedim. Komünist partililerin dikta rejimiyle
yönettiği ülkelere hiçbir yakınlık duymadım. Ben ilk başta düşündüğümü
şimdi yine savunuyorum. Neydi bu: “Bu dünyada sömürü alçakça bir
şeydir. İnsanların sömürülmemesi lazımdır. Çalışan insan emeğini alması
lazımdır. Ülkelerin birtakım zenginler tarafından soyulmaması lazımdır.
Bir de kültürün insan yaşamında çok seviyeli bir şekilde yer tutması
gerekir.” Ben hayatını buna adamış bir insanım. Ben kültür adına
mücadele verdim. Kültürün insanlar tarafından gündelik hayatlarında
yudumlanması gerekir. Benim görüşlerim buydu yine aynı görüşleri
savunuyorum.
21. yüzyılı da ıskalayacağız
1920’lerde çok umutlu başlamıştı Türkiye Cumhuriyeti. Bugün geldiğiniz
noktaya bakın. Yunanistan’ın yaşam kalitesi bakımından 65 basamak
altındayız. Ama bütün zihinler hâlâ devleti ele geçirip kamu
kaynaklarını soymak, yandaşlarına paylaştırmakla meşgul. Bundan başka
bir şey yok. İşte bunlar, bizi geleceğe umutlu bakamayacak hale
getiriyor. Biz 20. yüzyılı ıskaladığımız gibi, 21. yüzyılı da daha
fazla ıskalamaya aday haldeyiz. Çünkü aradaki farklar açılıyor. Bugün
İngiltere önümüzdeki 20 yıl içinde Hindistan’dan 75 bin bilgisayar
mühendisi alacak. Bunun anlaşmasını yapıyor. Hindistan bütün
okullarında eğitimini bu bilgisayara göre yönlendirdi. Büyük bir insan
gücü oluşturuyor. Bu bakımdan, Toffler benim çok yakın arkadaşımdır.
Bütün dünya bu beyinden, bu fikirden yararlanır. Onu zamanın Başbakanı
Demirel’le de görüştürmüştüm. On yıl önce bize çok güzel bir teklif
yapmıştı. “Slikon vadisi kapsamında Türk şirketleri girişimde bulunsun.
Belki şirketler belli bir para kaybedebilir ama hiç olmazsa bu
teknolojiyi ülkenize transfer edebilirsiniz” demişti. Bunu o zaman
Demirel’e iletmiştik. Ama ne yazık ki aile fotoğraflarından bu gibi
işlere vakit yoktu. Olmadı da...
Sanatçı mı afyon mu?
Sanatçı denilen, bilmem bir gecede kırk milyar alan, toplumu eğlendiren
oyalayan kimselere sanatçı deniliyorsa ben öyle sanatçı değilim.
Türkiye’de son yıllarda göze çarpan bir gelişme var. Bu toplumun
sorunları çok ağır, giderek de ağırlaşıyor. Devlet kaynakları
soyuluyor.Yurttaşların bu devlette hiçbir söz hakkı yok. Dört yılda bir
onlardan oy alıp bırakılıyor. Onların fikirlerine sözlerine hiç önem
verilmiyor.Sağlık sistemimiz çöküyor, eğitim sistemimiz çöküyor.
Ülkenin geleceğine ait kaygılar yoğunlaşıyor. İnsanlar yaşam güçlüğü
içinde. Bu durumda bir ülkede insanların siyasete ağırlıklarını
koymaları ve zengini daha zengin fakiri daha fakir yapan bu sisteme
katlanamamaları gerekir. Ama bu insanlara afyon gibi bir eğlence
sistemi sunuyor özel televizyonlar. Birtakım üç dört tane mankenin aşk
ilişkilerine, o gece kiminle yatıp kalktığına, hangi arabayla nereye
gittiğine kilitlenmiş bir eğlence şekli var. Bunu da sanat dünyası diye
adlandırıyorlar.
Sanat dünyasına girenler
İşte böyle, gece aleminde barlarda dolaşan, çapraşık ilişkiler içinde
olan, cinsel kimlikleri de tartışmalı tuhaf tuhaf insanlar giriyor. Ve
bunların maceralarını oturup 60 milyon insana gece gündüz
seyrettiriyorlar, okutuyorlar. Bundan başka insanların bir şey
düşünmesini imkânsız hale getiriyorlar. Çocukları böyle yetiştiriyorlar
artık. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’de çok hazin bir manzara var
gerçekten. İnsanlar kendi sorunlarıyla ilgilenemiyorlar. Onun bedeli
olarak da o görevi üstlenenlere, işte ayda kırk milyar falan
veriyorlar. Ayda kırk milyar lira kazanan, otellerin kral dairelerinde
kalan, ne iş yaptığı hangi kabiliyeti olduğu, topluma ne gibi katkısı
olduğu şüpheli birtakım yaratıklar; onun dışında kendi inim inim
inlediği halde, kendi derdini unutup bunlara bakıp avunan bir halk;
buna da sanat dünyası diyen bir medya. Bu bir tesadüf değildir. Bir
model oluşturuluyor. Bu toplum modeli içinde bazıları öne çıkartılıyor
ve toplum uyuşturuluyor. Bugün toplumun temelini oluşturan milyonlarca
memuru işçiyi köylüyü esnafı emekliyi açlık sınırının altına iteceksin,
bir avuç insanı daha zengin hale getireceksin. Bunun bir mekanizması
olması lazım. Yoksa süpapları patlar bu ülkenin. Bunun patlamamasının
bedelini de biz enayilik vergisi olarak o mankenlere, o tırnak içinde
“sanatçı” dediğimiz kişilere ödüyoruz.
Kimseye özentim yok
Eğer Türkiye’de gerçekten sanatla uğraşıyorsanız para kazanamazsınız.
Benim eğer sömürülmemiş olsaydım, altınım teriyle kazandığım çok param
olması lazımdı. Türkiye’de otuz yıldır benim kasetlerimin girmediği ev
yok gibidir. Ya da benim parçalarımı Zeki Müren’den İbrahim Tatlıses’e
Sezen Aksu’dan Bülent Ersoy’a kadar okumayan insan kalmamıştır. En
azından o bestelerimden kazanmam lazımdı. Ama hayatımız korsan kasetle
uğraşmakla geçti. Korsan kasetçiler sattılar. Bir yandan telif hakları
yayası çıkmadı. Bu arada benim bir tek para kazanma yolum vardı. O da
neydi? Gazinolara çıkmak, içkili yerlerde şarkı söylemek. Ben de
hayatım boyunca bunu reddettim. Bir tek kere bile öyle böyle yerlerde
bulunmadım. Ücretsiz halk konserleri yaptım. Hiçbirinden para almadım.
Sonunda işte geçinmek için çalışmak zorundayım. Ayrıca bir özentim
falan da yok. Öyle insanın değerini kullandığı arabanın ya da oturduğu
semtin ya da üstündeki giysinin kalitesinin oluşturmadığını
düşünüyordum. Kalitesini başka değerler belirler. O bakımdan da benim
bir zenginlik merakım zaten yok.
UNESCO’dan büyükelçilik
1996 yılında Paris’te merkezi bulunan UNESCO yani Birleşmiş Milletlerin
Eğitim Kültür Bilim Kurulu bana bir büyükelçilik verdi. Bir de Genel
Direktör danışmanlığı görevi verdi. 1996’dan beri Birleşmiş Milletlerin
kırmızı pasaportum var. Bu günlerde bu seyahatlerin çok
olmasının bir nedeni de bu görevim.
Böyle bir affa karşıyım
Af yasası kamuoyunda tasvip görmüyor. Eğer bir ülkede demokrasi varsa
yani halkın egemenliği varsa, beğenmediği yasaları tekrar gözden
geçirirsiniz. Halk, bu af yasasının bazı bölümlerinden memnun değil.
Bir kere şöyle bir yanlışlık var. Devlet kendisine karşı işlenen ve
adına düşünce suçu denilen suçları af kapsamına almıyor. Onun dışında
trafik kazası suçundan tutun da her türlü şeyi içine koyuyor. Hatta af
konusuna banka soygunlarında adı geçenleri de ilave etmek istediler.
Oysa kamuoyunun en hassas olduğu konular bunlar. Sonra herkes kendi
adamını affettirmeye çalışıyor. Dolayısıyla bence bu af Türkiye’ye
huzur getirmeyecek. Tam tersine zaten yitirilmiş olan adalet duygusunu
daha da yitirmeye sebep olacak. Zaten kendileri de öyle bir çıkmazın
içindeki hükümet ortakları dahi bu konuda ne yapacağını bilmiyor. Bu af
adil bir af değil. Ben buna karşıyım.
Livaneli’den bir an
Gorbaçov’un odasındaki resim
Gorbaçov’la biz 1986 yılında tanışmıştık. O zaman Perestroyka ve
Glasnost politikasını başlatmış olan kudretli bir devlet başkanıydı. Ve
perestroykanın tarihi adlı kitabında bizimle görüşmesi “Perestroykanın
ikinci önemli olayı” olarak yer aldı. O zamandan beri tanırım.
Fikirlerini bilirim. Çeşitli ülkelerde görüştük, buluştuk. Amerika’da,
Sovyetler Birliği’nde, İspanya’da Türkiye’de falan. Fakat en son
Gorbaçov’u ben bundan bir ay önce Kırgızistan’da sıcak göl anlamına
gelen Isık Göl’ün kıyılarında gördüm. Orada bir toplantımız vardı.
Sonra da Isık Göl üzerinde bir gemi gezintimiz vardı. Orada bir
sohbetimiz oldu. Dedi ki bana:
-Benim evimde, çalışma masamda bir resim durur. Bu resmin kim olduğunu tahmin edersin?
-Aile resmi mi?
-Yok. Bir devlet adamı.
-Lenin mi?
-Hayır.
-Stalin olmaz zaten, Karl Marks mı?
-Hayır
-Ne resmi peki?
-Atatürk.
Ve onun o “daça”sındaki çalışma odasında, ta gençlik yıllarından beri Atatürk resminin durduğunu kendi ağzından duydum.
GÜNDEM
Bir ülkenin ruhunu yaraladığınız zaman...
Zülfü Livaneli
Sabah 12 Nisan 2001
Bernard Shaw, "Gazetecilik, dünya savaşı başlangıcıyla, bisiklet kazasını birbirinden ayıramayan bir alandır" der.
Sivri dilli Shaw böyle diyerek gazetecileri kızdırabilir ama benim asla böyle bir niyetim yok.
Sadece gazete-televizyon haberlerini art arda izlemenin, günü anlamaya yetmeyeceğini belirtmekle yetineyim.
Birbirinden kopuk gibi görünen birçok olay, aslında yaşadığımız günün
ruhunu oluşturuyor ve bu da gazetecilikten çok edebiyatın, yani daha
derin bir kavrayışın alanına giriyor.
***
Bugünlerde sık sık Anton Çehov geliyor aklıma; büyük Çehov! Onun dahice
örülmüş oyunlarında da her şey olağan gibidir. Gündelik yaşam, tembel
bir nehir gibi ağır ağır akmakta ve insanlar kendilerini bu nehrin
akıntılarına bırakmaktadırlar.
Yaz bahçelerindeki beyaz giysili insanlar; piyano konserleri, yemekler,
fıkralar ve entellektüel tartışmalarla vakit geçirirler.
Ama oyun biraz ilerleyince anlarız ki, bu insancıkların hepsi derin bir huzursuzluğun pençesindedir.
Durup durup ağlama krizlerine giren kadınlar, ölesiye sarhoş bir
doktor, ona umutsuzca sevdalanmış bir genç kız, ölümü bekleyen bir
ihtiyar... Hepsi de huzursuz ve her an isteri krizlerine açık bir
kırılganlıkta yaşamaktadır ama dış görünüşte bunu farketmeye imkân
yoktur.
İç huzursuzluğu anlayabilmek için Çehov çapında dahi bir yazarın, insan
ruhlarını, sandıktan çıkarılmış gizli bir çeyiz bohçası gibi kat kat
açması gerekmektedir.
İhtilale, yani büyük değişime akan bir toplumdaki derin huzursuzluktur bu.
Taşlar yerinden oynamış ve insan ruhları onulmaz biçimde yaralanmıştır.
***
Türkiye'de de ekonomik krizden daha yoğun olarak yaşanan kriz bence bu.
Amacını yitirmiş, hayallerini tüketmiş ve yarınına umutla bakamayan bir
toplum.
Büyük değişimin sancılarıyla kıvranan ve ne olduğunu bir türlü anlayamayan huzursuz insanlar.
Yerleşik değerlerin çöktüğü ama bir türlü yeni değerler sistemine geçemeyen insanların iki cami arasında bînamaz kalmış hali.
Beni en çok bu durum korkutuyor biliyor musunuz!
Bir ülkenin ruhunu yaraladığınız zaman, ekonominin ve siyasetin bu yarayı iyileştirmesi çok zor oluyor.
Her akşam televizyon ekranında dinlediğimiz kur, makas, çapa çıpa, para
kurulu formüllerinin ulaşamayacağı derinlikteki bir yara bu.
Ve için için kanıyor.