Veysel Karani (Veysel Karani Kimdir? - Veysel Karani Hakkında)
Veysel Karani, İslam'da
anne sevgisinin büyüklüğüyle anlamlandırılmış kişi. Babasının ismi Amir
olduğu için tam adı Üveys Bin Amir-i Kareni'dir. Babasını 4 yaşında
kaybetmiştir. 555-560 yılları arasında Yemen'in Karen köyünde
doğmuştur. Deve çobanlığı yapmıştır.
İslam peygamberi zamanında yaşamasına rağmen annesine verdiği sözden ötürü onu baş gözüyle göremediği için Sahabe'den sayılmaz.
Sıffın Savaşı sırasında 657 yılında İslam inancına göre şehit olmuştur.
Naaşını almaya gelen 3 kabilenin taşıdığı tabutlarda da keramet
göstererek göründüğü söylenir. Böylece bu 3 ayrı kabilenin yerleşim
yerleri olan Yemen ve Şam'da bulunan türbelerinin yanında Siirt ilinin
Baykan ilçesinin Ziyaret beldesinde de bir türbesi olmuştur.
Kendisine gönderilmiş olan Hırka-ı Şerif şimdi Hırka-i Şerif Camii'nde, soyundan gelenlerin himayesindedir.
Karen'de parlayan pırlanta Veysel Karâni Hazretleri
Efendimiz’in (Sallallahü aleyhi ve sellem) bilinen iki hırkası vardır.
Bunlardan biri Kaside-i Bürde’nin yazarı büyük şair Kaab bin Züheyr’e
verilir ki, Topkapı Sarayı’nı ziynetlendirir. Diğeri de Kareli Üveys’e
gönderilir. Hasılı bu iki kutlu miras da İstanbulumuz’a nasip olur.
Belki de ona bu yüzden İslambol derler... Kimbilir? Peki siz Karen
adında bir yer duydunuz mu? Yalanı yok ya, ben duymamıştım. Ta ki
Veysel Karani hakkında bir şeyler okuyana kadar.
Karen, Yemen taraflarında adı bilinmedik bir beldedir. Etrafı kum
dağları ile çevrilidir, kuraktır, çoraktır. Ortalıkta birkaç kuyu
vardır, üç beş ağaç. Sonra hepsi birbirine benzeyen toprak damlı
evler... Sadece develerin ve bedevilerin yaşayabildiği bu kavurucu
coğrafyanın sakinleri kervan ağırlamakla geçinirler. Bir şey ekip
biçmezler, hayvanlarını ise Üveys isimli bir çobana emanet ederler.
Üveys garip biridir. Dünyadadır, ama ne dünyalığı vardır, ne de
dünyalık gibi bir kaygısı. Güttüğü develer için ücret istemez. Verenden
alır, vermeyene sormaz bile. Adı üzerine çobandır işte, fakirdir. Ama
iş cömertliğe geldi mi onunla yarışmak kimsenin harcı değildir.
Paylaşacak çok şeyi yoktur, ama hayırda daima başı çeker.
Üveys, bizim bildiğimiz ismi ile Veysel Karani Hazretleri mütevazı
yaşar. Ama halinden memnundur. Sessiz, dostları arasında yalansız,
dolansız bir hayat sürer. Issız vadilerde, kaya kovuklarında ibadet
eder. İnsanlar ona hep divane gözüyle bakarlar, ama aldıran kim?
ANASININ KÖLESİ
Mübareğin çok yaşlı bir annesi vardır. Hem kör, hem de kötürümdür.
Veysel Karani onun eli ayağı, gözü kulağıdır. Yedirir, içirir, yıkar,
paklar. Kadıncağıza bebek gibi bakar. Ne derse, ama ne derse yapar. En
olmayacak arzularını bile ikiletmez. Bir yüz ifadesinden bin mânâ
çıkarır ve hepsini de getirir yerine. Tabiri caizse, anasına kölelik
eder.
Veysel Karani Hazretleri haram bilmez, yalan söylemez. Hoş, sahrada bir
başına dolanan böylesi bir insanın günaha girme şansı da azdır ya. O,
gün boyu zikreder, af diler. Ümmet-i Muhammede dua eder. Ama en bilinen
özelliği Allah ve Resulüne duyduğu tarifsiz aşktır. Veysel Karani’nin
tek arzusu vardır. Yüzü suyu hürmetine kainatın yaratıldığı Server’i
görebilmek. Efendimizi düşündükçe burnunun direği sızlar, yüreği bir
hoş olur. Yumruk iriliğinde bir şeyler gelir, oturur boğazına. Hani o,
anlaşılamayan ve anlatılamayan şeyler.
Ve gün gelir muhabbet ve Muhammed kelimeleri yüreğinde buluşur, dışarı
taşar. Efendimizin hasreti kor olur, ciğerini yakar. Onu bir kez, ama
bir kez görebilse, bir solukluk olsun sohbetinde bulunabilse ve adına
sahabe denilen kutlu kadroya katılabilse...
Annesi itiraz etmese de, bu yolculuğa razı değildir. Omuzlarını
kaldırıp boynunu büker. Mahzun bir üslupla “İstiyorsan git!” der, “Git
bakalım, beni kime emanet edeceksen?” Doğrusu onu bırakabileceği kimse
yoktur. Bu yaşlı kadına incitmeden kim bakabilir ki? Onun nazını kim
çeker sonra?
HASRETİNİ YÜREĞİNE GÖMER
Üveys hasretini yüreğine gömer. Bir daha bu konuda tek kelime etmez.
Ama o günden sonra daha fazla ağlar, daha fazla yalvarır. Aşkını
kayalara, kumlara, anlatır. Kuşlarla, develerle dilleşir, serin seher
yeliyle selâmlar yollar Haremeyn’e. Ve ufuklar perde perde açılır,
dağlar çekilir aradan. Artık o günboyu ibadet eder, sürüyü melekler
bekler. Hayvanlar mı? İnanın muma döner.
Evet Üveys, Allah Resulünün muhteşem sohbetine (madde planında)
erişemez, ama mânâ aleminde çok şeye kavuşur. Efendimizle aralarında
imrenilecek bir dostluk başlar. Hoş onlar için mesafelerin ne önemi
vardır. Öyle ya alan uygun, veren olgun olduktan sonra “feyz” nehir
olur akar.
Serveri Kainat zaman zaman mübarek yüzlerini Karen taraflarına döndürür
ve “Yemen cihetinden rahmet rüzgarları esiyor” buyururlar, “İhsan ve
iyilikte Tabiinin en iyisi Üveys-i Karni’dir!”
MÜJDELER
Yine Efendimiz buyururlar ki: “Ümmetimden bir kimse vardır ki, Kıyamet
günü Rabia ve Mudar kabilelerinin koyunlarının kılları adedince insana
şefaat edecektir.” (ki bu iki kabile sürülerinin çokluğu ile tanınırlar)
Eshab-ı kiram sorar:
- Ya Resullallah kimdir bu nasipli?
- Allahın kullarından biri.
- Peki adı nedir?
- Üveys!
- Ya memleketi?
- Karen!
- O sizi gördü mü?
Efendimiz mânâlı mânâlı gülümser, “Baş gözü ile hayır!” derler.
Sahabeden “Hayret!” diyenler olur, “Size böylesine aşık olan biri nasıl
oluyor da koşmuyor huzurunuza?” Efendimiz izah eder: - Onun gelmemesi
de bana olan bağlılığındandır. İhtiyar bir annesi vardır. İman
etmiştir. Ancak gözleri görmez, hareket edemez. Üveys gündüzleri deve
çobanlığı yapar, kazandığını annesine harcar”.
Hazret-i Ebubekir sorar:
- Ya Resulallah biz onu görür müyüz?
Efendimiz mübarek kafalarını “ne yazık ki hayır” manasında sallar, “Sen
göremezsin” buyururlar, ama Hazret-i Ömer ve Hazret-i Ali’ye dönüp
müjdeyi verirler: “Onu, siz göreceksiniz!” Sonra bir bir vasıflarını
tarif ederler ki, bu işaretlerden biri avucunun içindeki gümüşi
beyazlıktır.
“Aşık için zaman geçmez” derler, ama aradan yıllar geçer. Hani o
dakikaları asırlaşan yıllar... Efendimiz hayatlarının son soluklarını
aldıkları demlerde mübarek hırkalarını çıkarır ve “Bunu Üveys-i
Karni’ye verin!” buyururlar.
Resullullah’ın (Sallallahü aleyhi ve sellem) dar-ı bekaya göçmelerinin
ardından Hazreti Ömer ve Hazreti Ali yollara düşer, Veysel Karani’nin
izini bulurlar. Ahali böylesine şerefli iki kimsenin böylesine köhne
bir yeri ziyaretine mânâ veremez. Hele “Üveys’i arıyoruz!” cümlesine
çok şaşırırlar. “O divanenin tekidir” derler, “İnsanlardan kaçar.
Kimseyle konuşmaz, kimseye karışmaz. Ağladıklarımıza güler,
güldüklerimize ağlar. Neşe nedir bilmez. Aradığınız sakın başka biri
olmasın!”
Hazret-i Ömer dikkatle dinler, “Bilakis!” der, “Aradığımız o olmalı!”
Karenliler iki şanlı sahabenin önüne düşer, onları Arne Vadisi’ne
getirirler. Veysel Karani’yi namaz kılarken görürler. Develer akıllı
uslu dolanmakta, çobanlarını üzecek hareketlerden sakınmaktadırlar.
Namazı biten Üveys misafirlerine döner. “Hoşgeldiniz!” der. Hazret-i
Ömer önce müsafaha eder, sonra gülümseyerek sorar “Kimsin sen?”
- Abdullah! (Allah’ın kulu)
- Evet hepimiz Abdullah’ız, ama seni ne diye tanırlar?
- Üveys derler.
- Sağ elini açar mısın?
Açar. Efendimiz’in belirttiği işaret ayan beyan ortadadır. Büyük sahabe
“Ben Hattapoğlu Ömer’im” der, “Arkadaşım Ali bin Ebu Talip!”
Vadiyi kısa ama mânâlı bir sessizlik kaplar. Sükutu yine Hazreti Ömer
bozar: - Efendimiz sana selâm ettiler ve mübarek hırkalarını gönderip
buyurdular ki “Alıp giysin, ümmetime dua etsin!”
BEN GÜNAHKARIN BİRİYİM
Veysel Karani ağlamaklıdır. Şaşkınlıktan titreyen bir sesle “Ya Ömer”
der, “Ben aciz ve günahkar bir kulum. Sizin aradığınız başka Üveys
olmasın?”
Hazret-i Ömer “Hayır sensin!” buyurur. “Zira Efendimiz çizgi çizgi eşkalini verdi ve sen tamı tamına uyuyorsun buna.”
O büyük mücahide, o koca Ömer’e itiraz ne mümkün. Hele müjdenin böylesini getiriyorsa.
Üveys-i Karani mübârek hırkayı hasretle koklar, (ki ziyaret edenler iyi
bilirler, Efendimizin gül teniyle ıtırlanan Hırka-i Şerif aradan geçen
asırlara rağmen tarif edilemeyecek kadar güzel kokar) sonra yüzüne
gözüne sürerek bir kuytuya çekilir. Mübarek alnını toprağa koyar ve
ağlayarak yalvarır. “Ya Rabbi !” der “Bu ne nimettir. Yüzü suyu
hurmetine kâinatı yarattığın Server benim gibi bir acizi hatırlıyor ve
mübarek hırkalarını Ömer ve Ali gibi iki güzide sultanla bu günahkâra
yolluyor. Senden bir tek dileğim var: Ümmet-i Muhammedi affeyle.
N’olur. Bu hırkanın hakkı için!”
Gaibden bir ses gelir. “Şu kadarını sana bağışladım. Haydi giy hırkayı!”
- Hepsini ya Rabbi! Hepsini.
- Şunları, şunları, şunları da bağışladım.
- Diğerlerinin hali n’olacak Ya Rabbi? N’olur, hırkanın ve hırkanın sahibinin hatırına...
HIŞŞT BAKSANA GİDİYORLAR
Tam bu sırada Karenlinin biri gelir ve o muhteşem huzuru bozar.
“Misafirlerin dönmeye niyetliler” diye ikaz eder güya, “Onlara
diyeceğin bir şey yok mu?”
Veysel Karani “Ahh!” der, “Ahh bu hali bozmayacaktın işte. İnanın az
kalmıştı. Bütün ümmeti Muhammed affedilmedikçe giymeyecektim hırkayı.”
Aradan günler geçer. Karenliler şaşkın, hatta pişmandırlar. Öyle ya,
elinin altında Üveys gibi bir cevher olsun da, sen onun kıymetini
bilme. Ama bu kez mübareği hurmet ve ilgiyle bunaltırlar. Huzurunda el
pençe divan durur, ısrarla nasihat isterler. Hele bazıları aşikare
keramet bekler. Veysel Karani gibi mütevazı biri, ilginin böylesinden
sıkılır. İşte tam o günlerde biricik annesi vefat eder ve onu Karen’e
bağlayan hiçbir şey kalmaz. İşte şimdi yollara düşebilir.
Mübâreğin ilk hedefi elbette Haremeyndir. Önce hacceder, sonra
Medine’ye gider. Ancak o münevver şehrin hüzünlü yüzünü görür ve
Resullulah’ın yaşamadığı Peygamber beldesinde duramaz. Çeker çarığını,
yürür uzaklara. Bir ara Basra’da eyleşir, bir ara Kufe’ye yerleşir.
Yine eskisi gibi deve güder. Aç kalır, açıkta kalır. Horlanır,
aşağılanır. Garip bu ya milletin gücü hep ona yeter. Hatta ufacık
veledler bile sataşır, taş yağdırırlar. Büyük veli, çığlık çığlığa
saldıran afacanlara gülümser “N’olur ayaklarımı kanatacak kadar
büyükleri atmayın” der, “Abdestim bozulmasın e mi?” Zira o güne kadar
bir kez olsun abdestsiz basmamıştır zemine.
MELEKLERİN İBADETİ
Veysel Karani Hazretleri bazen sehere kadar secdede, bazen sabahlara
kadar rükûda kalır. “Bırakın üç kere Sûbhane rabbiyel âla demeyi, ben
bir keresini bile beceremiyorum” diye yakınır. Eh onun özlediği ibadet
meleklerinkinden farksız olmalıdır. “Namazda huşu öyle olmalıdır ki”
der: “Bağrına bıçak sokulsa duyulmaya.”
Biri sorar: “Nasılsın?” Cevap manidardır: “Akşama çıkacağını bilmeyen
biri nasıl olursa!” Sevenleri ısrarla nasihat isterler. O gülümser:
- Allahü teâlâyı bilir misiniz?
- Evet biliriz.
- Öyleyse başka şeyleri bilmeseniz de olur.
- Aman efendim bir nasihat daha.
- Allahü teâlâ sizi bilir mi?
- Elbette bilir.
- Öyleyse başkaları bilmese de olur.
Mübarek, Allahü teâlâdan çok korkar ve buyururlar ki: İnanın Allahü teâlâ’yı tanıyana gizli kalmaz.
Veysel Karani hazretleri hayatını kendi ifadesiyle şöyle hülâsa eder.
“Yüksekliği tevazuda buldum, liderliği nasihatte... Nesebi takvada
buldum, şerefi kanaatte... Rahatlığı zühdde buldum, zenginliği
tevekkülde.”
Bizde ne takva, ne zühd, ne de tevvekkül. Eh bir şey bulamıyoruz tabii.
Allahü teâlâ o büyüklerin yüzü suyu hürmetine sonumuzu hayreyliye.
Veysel Karani Hazretlerinin kutlu hırkası elden ele geçer ve Van
civarında hüküm süren İrisan Beyleri’ne gelir. Hicri 1028 yılında 2.
Osman Han’a hediye edilen nurlu emanet İstanbul’da heyecanla
karşılanır. Asitane halkı ona “Hırka-ı Şerif” der, ramazanlarda ziyaret
ederler. Buğulu gözlerle ilmeklerine dalar, Efendimizi hatırlarlar.
Gel zaman git zaman büyük izdihamlar yaşanır. Hırkanın saklandığı ve
sergilendiği küçük bina kalabalığı kaldırmaz olur. Abdülmecid Han bu
mübarek hırkanın şerefine, Fatih’te koca bir mahalleyi istimlak eder ve
biblo güzelliğinde bir cami yaptırır. Bu uğurda şahsi servetini fedadan
çekinmez. Belki de şu ferah mabedi böylesine sevimli kılan, temelindeki
ihlâstır, kimbilir?
ASIRLIK GELENEK
Ve asırlık gelenek yaşar. Hırka-i şerif, gözü yaşlı aşıkların
ziyaretgahı olur. Medine’ye, Mescid-i Nebi’ye ulaşamayanlar
hasretlerini burada dindirmeye çalışırlar. Cami çalışanları şirin
mescidi güllerle bezerler, ki tasavvufta gül O’na işarettir.
Efendimiz’e!
Hele Ramazan günleri civar coğrafya Hırka-i Şerif’e akar. Müminler kar
demez, kış demez ziyarete koşarlar. Anadolu’nun dört bir yanından gelen
aşıklar yaşlı gözlerle yüce Serverin kutlu mirasına bakarlar.
Allahü teâlâ bizleri yalan dünyayı Veysel Karani gibi görenlerden ve
Resulü Ekrem’in (Sallallahü aleyhi ve sellem) şefaatine erenlerden
eylesin!
Veysel Karani, İslam'da
anne sevgisinin büyüklüğüyle anlamlandırılmış kişi. Babasının ismi Amir
olduğu için tam adı Üveys Bin Amir-i Kareni'dir. Babasını 4 yaşında
kaybetmiştir. 555-560 yılları arasında Yemen'in Karen köyünde
doğmuştur. Deve çobanlığı yapmıştır.
İslam peygamberi zamanında yaşamasına rağmen annesine verdiği sözden ötürü onu baş gözüyle göremediği için Sahabe'den sayılmaz.
Sıffın Savaşı sırasında 657 yılında İslam inancına göre şehit olmuştur.
Naaşını almaya gelen 3 kabilenin taşıdığı tabutlarda da keramet
göstererek göründüğü söylenir. Böylece bu 3 ayrı kabilenin yerleşim
yerleri olan Yemen ve Şam'da bulunan türbelerinin yanında Siirt ilinin
Baykan ilçesinin Ziyaret beldesinde de bir türbesi olmuştur.
Kendisine gönderilmiş olan Hırka-ı Şerif şimdi Hırka-i Şerif Camii'nde, soyundan gelenlerin himayesindedir.
Karen'de parlayan pırlanta Veysel Karâni Hazretleri
Efendimiz’in (Sallallahü aleyhi ve sellem) bilinen iki hırkası vardır.
Bunlardan biri Kaside-i Bürde’nin yazarı büyük şair Kaab bin Züheyr’e
verilir ki, Topkapı Sarayı’nı ziynetlendirir. Diğeri de Kareli Üveys’e
gönderilir. Hasılı bu iki kutlu miras da İstanbulumuz’a nasip olur.
Belki de ona bu yüzden İslambol derler... Kimbilir? Peki siz Karen
adında bir yer duydunuz mu? Yalanı yok ya, ben duymamıştım. Ta ki
Veysel Karani hakkında bir şeyler okuyana kadar.
Karen, Yemen taraflarında adı bilinmedik bir beldedir. Etrafı kum
dağları ile çevrilidir, kuraktır, çoraktır. Ortalıkta birkaç kuyu
vardır, üç beş ağaç. Sonra hepsi birbirine benzeyen toprak damlı
evler... Sadece develerin ve bedevilerin yaşayabildiği bu kavurucu
coğrafyanın sakinleri kervan ağırlamakla geçinirler. Bir şey ekip
biçmezler, hayvanlarını ise Üveys isimli bir çobana emanet ederler.
Üveys garip biridir. Dünyadadır, ama ne dünyalığı vardır, ne de
dünyalık gibi bir kaygısı. Güttüğü develer için ücret istemez. Verenden
alır, vermeyene sormaz bile. Adı üzerine çobandır işte, fakirdir. Ama
iş cömertliğe geldi mi onunla yarışmak kimsenin harcı değildir.
Paylaşacak çok şeyi yoktur, ama hayırda daima başı çeker.
Üveys, bizim bildiğimiz ismi ile Veysel Karani Hazretleri mütevazı
yaşar. Ama halinden memnundur. Sessiz, dostları arasında yalansız,
dolansız bir hayat sürer. Issız vadilerde, kaya kovuklarında ibadet
eder. İnsanlar ona hep divane gözüyle bakarlar, ama aldıran kim?
ANASININ KÖLESİ
Mübareğin çok yaşlı bir annesi vardır. Hem kör, hem de kötürümdür.
Veysel Karani onun eli ayağı, gözü kulağıdır. Yedirir, içirir, yıkar,
paklar. Kadıncağıza bebek gibi bakar. Ne derse, ama ne derse yapar. En
olmayacak arzularını bile ikiletmez. Bir yüz ifadesinden bin mânâ
çıkarır ve hepsini de getirir yerine. Tabiri caizse, anasına kölelik
eder.
Veysel Karani Hazretleri haram bilmez, yalan söylemez. Hoş, sahrada bir
başına dolanan böylesi bir insanın günaha girme şansı da azdır ya. O,
gün boyu zikreder, af diler. Ümmet-i Muhammede dua eder. Ama en bilinen
özelliği Allah ve Resulüne duyduğu tarifsiz aşktır. Veysel Karani’nin
tek arzusu vardır. Yüzü suyu hürmetine kainatın yaratıldığı Server’i
görebilmek. Efendimizi düşündükçe burnunun direği sızlar, yüreği bir
hoş olur. Yumruk iriliğinde bir şeyler gelir, oturur boğazına. Hani o,
anlaşılamayan ve anlatılamayan şeyler.
Ve gün gelir muhabbet ve Muhammed kelimeleri yüreğinde buluşur, dışarı
taşar. Efendimizin hasreti kor olur, ciğerini yakar. Onu bir kez, ama
bir kez görebilse, bir solukluk olsun sohbetinde bulunabilse ve adına
sahabe denilen kutlu kadroya katılabilse...
Annesi itiraz etmese de, bu yolculuğa razı değildir. Omuzlarını
kaldırıp boynunu büker. Mahzun bir üslupla “İstiyorsan git!” der, “Git
bakalım, beni kime emanet edeceksen?” Doğrusu onu bırakabileceği kimse
yoktur. Bu yaşlı kadına incitmeden kim bakabilir ki? Onun nazını kim
çeker sonra?
HASRETİNİ YÜREĞİNE GÖMER
Üveys hasretini yüreğine gömer. Bir daha bu konuda tek kelime etmez.
Ama o günden sonra daha fazla ağlar, daha fazla yalvarır. Aşkını
kayalara, kumlara, anlatır. Kuşlarla, develerle dilleşir, serin seher
yeliyle selâmlar yollar Haremeyn’e. Ve ufuklar perde perde açılır,
dağlar çekilir aradan. Artık o günboyu ibadet eder, sürüyü melekler
bekler. Hayvanlar mı? İnanın muma döner.
Evet Üveys, Allah Resulünün muhteşem sohbetine (madde planında)
erişemez, ama mânâ aleminde çok şeye kavuşur. Efendimizle aralarında
imrenilecek bir dostluk başlar. Hoş onlar için mesafelerin ne önemi
vardır. Öyle ya alan uygun, veren olgun olduktan sonra “feyz” nehir
olur akar.
Serveri Kainat zaman zaman mübarek yüzlerini Karen taraflarına döndürür
ve “Yemen cihetinden rahmet rüzgarları esiyor” buyururlar, “İhsan ve
iyilikte Tabiinin en iyisi Üveys-i Karni’dir!”
MÜJDELER
Yine Efendimiz buyururlar ki: “Ümmetimden bir kimse vardır ki, Kıyamet
günü Rabia ve Mudar kabilelerinin koyunlarının kılları adedince insana
şefaat edecektir.” (ki bu iki kabile sürülerinin çokluğu ile tanınırlar)
Eshab-ı kiram sorar:
- Ya Resullallah kimdir bu nasipli?
- Allahın kullarından biri.
- Peki adı nedir?
- Üveys!
- Ya memleketi?
- Karen!
- O sizi gördü mü?
Efendimiz mânâlı mânâlı gülümser, “Baş gözü ile hayır!” derler.
Sahabeden “Hayret!” diyenler olur, “Size böylesine aşık olan biri nasıl
oluyor da koşmuyor huzurunuza?” Efendimiz izah eder: - Onun gelmemesi
de bana olan bağlılığındandır. İhtiyar bir annesi vardır. İman
etmiştir. Ancak gözleri görmez, hareket edemez. Üveys gündüzleri deve
çobanlığı yapar, kazandığını annesine harcar”.
Hazret-i Ebubekir sorar:
- Ya Resulallah biz onu görür müyüz?
Efendimiz mübarek kafalarını “ne yazık ki hayır” manasında sallar, “Sen
göremezsin” buyururlar, ama Hazret-i Ömer ve Hazret-i Ali’ye dönüp
müjdeyi verirler: “Onu, siz göreceksiniz!” Sonra bir bir vasıflarını
tarif ederler ki, bu işaretlerden biri avucunun içindeki gümüşi
beyazlıktır.
“Aşık için zaman geçmez” derler, ama aradan yıllar geçer. Hani o
dakikaları asırlaşan yıllar... Efendimiz hayatlarının son soluklarını
aldıkları demlerde mübarek hırkalarını çıkarır ve “Bunu Üveys-i
Karni’ye verin!” buyururlar.
Resullullah’ın (Sallallahü aleyhi ve sellem) dar-ı bekaya göçmelerinin
ardından Hazreti Ömer ve Hazreti Ali yollara düşer, Veysel Karani’nin
izini bulurlar. Ahali böylesine şerefli iki kimsenin böylesine köhne
bir yeri ziyaretine mânâ veremez. Hele “Üveys’i arıyoruz!” cümlesine
çok şaşırırlar. “O divanenin tekidir” derler, “İnsanlardan kaçar.
Kimseyle konuşmaz, kimseye karışmaz. Ağladıklarımıza güler,
güldüklerimize ağlar. Neşe nedir bilmez. Aradığınız sakın başka biri
olmasın!”
Hazret-i Ömer dikkatle dinler, “Bilakis!” der, “Aradığımız o olmalı!”
Karenliler iki şanlı sahabenin önüne düşer, onları Arne Vadisi’ne
getirirler. Veysel Karani’yi namaz kılarken görürler. Develer akıllı
uslu dolanmakta, çobanlarını üzecek hareketlerden sakınmaktadırlar.
Namazı biten Üveys misafirlerine döner. “Hoşgeldiniz!” der. Hazret-i
Ömer önce müsafaha eder, sonra gülümseyerek sorar “Kimsin sen?”
- Abdullah! (Allah’ın kulu)
- Evet hepimiz Abdullah’ız, ama seni ne diye tanırlar?
- Üveys derler.
- Sağ elini açar mısın?
Açar. Efendimiz’in belirttiği işaret ayan beyan ortadadır. Büyük sahabe
“Ben Hattapoğlu Ömer’im” der, “Arkadaşım Ali bin Ebu Talip!”
Vadiyi kısa ama mânâlı bir sessizlik kaplar. Sükutu yine Hazreti Ömer
bozar: - Efendimiz sana selâm ettiler ve mübarek hırkalarını gönderip
buyurdular ki “Alıp giysin, ümmetime dua etsin!”
BEN GÜNAHKARIN BİRİYİM
Veysel Karani ağlamaklıdır. Şaşkınlıktan titreyen bir sesle “Ya Ömer”
der, “Ben aciz ve günahkar bir kulum. Sizin aradığınız başka Üveys
olmasın?”
Hazret-i Ömer “Hayır sensin!” buyurur. “Zira Efendimiz çizgi çizgi eşkalini verdi ve sen tamı tamına uyuyorsun buna.”
O büyük mücahide, o koca Ömer’e itiraz ne mümkün. Hele müjdenin böylesini getiriyorsa.
Üveys-i Karani mübârek hırkayı hasretle koklar, (ki ziyaret edenler iyi
bilirler, Efendimizin gül teniyle ıtırlanan Hırka-i Şerif aradan geçen
asırlara rağmen tarif edilemeyecek kadar güzel kokar) sonra yüzüne
gözüne sürerek bir kuytuya çekilir. Mübarek alnını toprağa koyar ve
ağlayarak yalvarır. “Ya Rabbi !” der “Bu ne nimettir. Yüzü suyu
hurmetine kâinatı yarattığın Server benim gibi bir acizi hatırlıyor ve
mübarek hırkalarını Ömer ve Ali gibi iki güzide sultanla bu günahkâra
yolluyor. Senden bir tek dileğim var: Ümmet-i Muhammedi affeyle.
N’olur. Bu hırkanın hakkı için!”
Gaibden bir ses gelir. “Şu kadarını sana bağışladım. Haydi giy hırkayı!”
- Hepsini ya Rabbi! Hepsini.
- Şunları, şunları, şunları da bağışladım.
- Diğerlerinin hali n’olacak Ya Rabbi? N’olur, hırkanın ve hırkanın sahibinin hatırına...
HIŞŞT BAKSANA GİDİYORLAR
Tam bu sırada Karenlinin biri gelir ve o muhteşem huzuru bozar.
“Misafirlerin dönmeye niyetliler” diye ikaz eder güya, “Onlara
diyeceğin bir şey yok mu?”
Veysel Karani “Ahh!” der, “Ahh bu hali bozmayacaktın işte. İnanın az
kalmıştı. Bütün ümmeti Muhammed affedilmedikçe giymeyecektim hırkayı.”
Aradan günler geçer. Karenliler şaşkın, hatta pişmandırlar. Öyle ya,
elinin altında Üveys gibi bir cevher olsun da, sen onun kıymetini
bilme. Ama bu kez mübareği hurmet ve ilgiyle bunaltırlar. Huzurunda el
pençe divan durur, ısrarla nasihat isterler. Hele bazıları aşikare
keramet bekler. Veysel Karani gibi mütevazı biri, ilginin böylesinden
sıkılır. İşte tam o günlerde biricik annesi vefat eder ve onu Karen’e
bağlayan hiçbir şey kalmaz. İşte şimdi yollara düşebilir.
Mübâreğin ilk hedefi elbette Haremeyndir. Önce hacceder, sonra
Medine’ye gider. Ancak o münevver şehrin hüzünlü yüzünü görür ve
Resullulah’ın yaşamadığı Peygamber beldesinde duramaz. Çeker çarığını,
yürür uzaklara. Bir ara Basra’da eyleşir, bir ara Kufe’ye yerleşir.
Yine eskisi gibi deve güder. Aç kalır, açıkta kalır. Horlanır,
aşağılanır. Garip bu ya milletin gücü hep ona yeter. Hatta ufacık
veledler bile sataşır, taş yağdırırlar. Büyük veli, çığlık çığlığa
saldıran afacanlara gülümser “N’olur ayaklarımı kanatacak kadar
büyükleri atmayın” der, “Abdestim bozulmasın e mi?” Zira o güne kadar
bir kez olsun abdestsiz basmamıştır zemine.
MELEKLERİN İBADETİ
Veysel Karani Hazretleri bazen sehere kadar secdede, bazen sabahlara
kadar rükûda kalır. “Bırakın üç kere Sûbhane rabbiyel âla demeyi, ben
bir keresini bile beceremiyorum” diye yakınır. Eh onun özlediği ibadet
meleklerinkinden farksız olmalıdır. “Namazda huşu öyle olmalıdır ki”
der: “Bağrına bıçak sokulsa duyulmaya.”
Biri sorar: “Nasılsın?” Cevap manidardır: “Akşama çıkacağını bilmeyen
biri nasıl olursa!” Sevenleri ısrarla nasihat isterler. O gülümser:
- Allahü teâlâyı bilir misiniz?
- Evet biliriz.
- Öyleyse başka şeyleri bilmeseniz de olur.
- Aman efendim bir nasihat daha.
- Allahü teâlâ sizi bilir mi?
- Elbette bilir.
- Öyleyse başkaları bilmese de olur.
Mübarek, Allahü teâlâdan çok korkar ve buyururlar ki: İnanın Allahü teâlâ’yı tanıyana gizli kalmaz.
Veysel Karani hazretleri hayatını kendi ifadesiyle şöyle hülâsa eder.
“Yüksekliği tevazuda buldum, liderliği nasihatte... Nesebi takvada
buldum, şerefi kanaatte... Rahatlığı zühdde buldum, zenginliği
tevekkülde.”
Bizde ne takva, ne zühd, ne de tevvekkül. Eh bir şey bulamıyoruz tabii.
Allahü teâlâ o büyüklerin yüzü suyu hürmetine sonumuzu hayreyliye.
Veysel Karani Hazretlerinin kutlu hırkası elden ele geçer ve Van
civarında hüküm süren İrisan Beyleri’ne gelir. Hicri 1028 yılında 2.
Osman Han’a hediye edilen nurlu emanet İstanbul’da heyecanla
karşılanır. Asitane halkı ona “Hırka-ı Şerif” der, ramazanlarda ziyaret
ederler. Buğulu gözlerle ilmeklerine dalar, Efendimizi hatırlarlar.
Gel zaman git zaman büyük izdihamlar yaşanır. Hırkanın saklandığı ve
sergilendiği küçük bina kalabalığı kaldırmaz olur. Abdülmecid Han bu
mübarek hırkanın şerefine, Fatih’te koca bir mahalleyi istimlak eder ve
biblo güzelliğinde bir cami yaptırır. Bu uğurda şahsi servetini fedadan
çekinmez. Belki de şu ferah mabedi böylesine sevimli kılan, temelindeki
ihlâstır, kimbilir?
ASIRLIK GELENEK
Ve asırlık gelenek yaşar. Hırka-i şerif, gözü yaşlı aşıkların
ziyaretgahı olur. Medine’ye, Mescid-i Nebi’ye ulaşamayanlar
hasretlerini burada dindirmeye çalışırlar. Cami çalışanları şirin
mescidi güllerle bezerler, ki tasavvufta gül O’na işarettir.
Efendimiz’e!
Hele Ramazan günleri civar coğrafya Hırka-i Şerif’e akar. Müminler kar
demez, kış demez ziyarete koşarlar. Anadolu’nun dört bir yanından gelen
aşıklar yaşlı gözlerle yüce Serverin kutlu mirasına bakarlar.
Allahü teâlâ bizleri yalan dünyayı Veysel Karani gibi görenlerden ve
Resulü Ekrem’in (Sallallahü aleyhi ve sellem) şefaatine erenlerden
eylesin!