HURÛFÎLİK Uyeoll10

Join the forum, it's quick and easy

HURÛFÎLİK Uyeoll10

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

    HURÛFÎLİK

    By BiLiNMeZ
    By BiLiNMeZ
    SD Admin
    SD Admin


    Nereden : İstanbul
    Üyelik : 03/09/09
    Mesaj Sayısı : 5443
    Rep Gücü : 38115
    Başarı Sistemi : 11
    Uyarılar : Uyarı Yok
    Yorum : Dikkat: Bu Site Bağımlılık Yapar

    HURÛFÎLİK Empty HURÛFÎLİK

    Mesaj tarafından By BiLiNMeZ Paz Ara. 13, 2009 7:13 pm

    HURÛFÎLİK



    Batıl inançlara sahip bir fırka ve
    uydurulmuş bir inanç sistemi.

    Hurûf, harf'in çoğuludur. Harf, Arapça'da
    alfabeyi teşkil eden işaretlerin her biridir. Söz manasına
    gelir.

    Hurûfî, Arapça sıfat olup, İlm-i hurûf
    ile ilgili olarak harflerin sırlarına dair itikat ve düşünceye
    inanan kişi demektir.

    Hurufilik inançlarının temeli ilm-i huruf'un
    hurâfe fikirleri üzerine kurulan bir fırkadır (Luğatnâme,
    XI. s. 476; Hurûfîyân, s. 229). Çok eskilere dayanan bir mazisi olmasına
    rağmen, Hurufilik denince, İran'da Esterâbâd Kadiu'l-Kudâtı'nın
    oğlu olàn Fazlullâh el-Hurûfi (740-796/1340 1394)'nin XlV. asrın
    sonlarında kurup bir sistem halinde geliştirdiği fırka
    anlaşılır.

    Asırlar boyunca bir takım harf ve rakamlar
    mukaddes sayılmış ve bunlara muhtelif anlamlar verilerek,
    Allah'a mahsus sırların bunlar da gizlendiği düşüncesi
    kabul edilmiştir. Çok eski çağlardan bu yana insanoğlu
    zaman zaman, gökte veya yeryüzünde varlığı kabul edilen
    gizli kuvvetlerden istifade yollarını
    araştırmıştır; çözemediği esrarlı
    hadiselerden önceleri korkmuş, sonraları onlardan faydalanma
    yollarını aramıştır. Mevcudiyeti kabul edilen bu
    kuvvetler harf ve şekillerle tasvir edilmiştir. Neticede bu
    tabii ilimler önce efsûn (büyü), tılsım ve sihirbâzlık
    şeklinde ortaya çıkmıştır. Mısır'da
    Hz. Musa'dan evvel Kıptîler sihir ve tılsımla
    uğraştıkları gibi, Nebâtî, Keldânî ve
    Süryânîlerden ibaret olan Babil halkının da bu ilimlerle
    uğraştığı ve eserler meydana getirdikleri
    bilinmektedir (İbn Haldun, Mukaddime, III, 1).

    Hurûfiliğin bilinen ilk şekli,
    mutasavvıflar tarafından yazılıp tasnif edilmemiş
    bir takım işaretlerden ibarettir (Rıfkı Melûl Meriç,
    Hurûfilik, s. 2). Havâs ile uğraşanlar bunları
    kısımlara ayırarak üzerlerinde çalışmışlardır.
    Böylece bu araştırmaların sonunda ortaya çıkan
    Luğâz, Muammâ, Remil, Fâl, Cifr, Vefk, Azâyim ve Nucûm
    İlm-i Hurûf'un şubeleri sayılmıştır (Keşfû'z-Zunûn,
    I. 650-651; Mevzûâttu'l-Ulûm, I, 130-136, 389-399).

    Buna benzer inançlar eski Hind'de, Yunan'da, Mısır'da,
    Musevîlik ve Hıristiyanlıkta da mevcuttur. Hindûlara göre sayılarla
    harfler arasında bir münasebet vardır. Üç, yedi, on ve kırk
    rakamları kutsal olduğu gibi, her sayı bir şeye
    işâret eder. Meselâ Pythagorasçılar, âlemin aslının
    sayı olduğunu ve eşyanın da bundan meydana
    geldiğini ileri sürerler. Eşyanın aslı sayı
    olduğuna binaen, sayının aslı da bir'dir. Bu bir,
    bir'e tatbik edilirse nokta olur. Noktaların hareketi çizgiyi,
    çizginin hareketi sathı, satıh da cismi meydana getirir. Bundan
    da his, idrak ve akıl çıkar (Felsefe Tarihi, s. 22-23) .

    Pisagorcularda üç rakamı ilk sayılır.
    Dört, unsurlara işaret eder. İki, kadın demektir. Üç ile
    ikinin toplamı olan beş, evlenmeyi gösterir. Üç ile üç'ün
    toplamı olan altı, her şeyin altı cihetine
    işarettir. Yedi, dört unsurla buûdu, varlığı gösteren
    ilk sayıdır. Yani üç ile dördü gösterdiğinden kutlu
    bir rakamdır. Onda mükemmeldir. Üç ve yedi adına and içilir
    (Veled İzhudak, Mesnevı Tercümesi, V., s. 366).

    Havas ile meşgul olanlar harfleri rakamlarla açıklayarak
    eski çağlarda "Ebced" kelimelerini sihir ve büyüde
    kullanmışlardır. Burada elif'den gayn'a kadar her harf` bir
    tanrı ismi ile tabiî güç mukâbilidir. Böylece sayı ve harf
    arasındaki ilgiden bir sır sistemi kurulmuştur. Meselâ,
    efsûn ve muskalarda, harfler sayı değerlerine göre toplanır
    ve bu toplamın cinler âlemi ile münasebeti olduğu kabul edilir
    .

    Hristiyanlıkta bunun bir başka örneğini
    görürüz. Ahd-i Cedîd (Vahy-i Yuhanna, 1. Bâb, 8 ve XX. Bâb, 6)'da
    ilk harf "elif" ve son harf olan "ye"nin iptidâ ve
    intihâya, yani başlangıç ve sona delâlet ettiği
    bildiriliyor. Ayrıca Musevîlerin Yunan felsefesi'ne dayanan
    Kabalizm'i Tevrat ve Zebûr'un zahiri manasıyla iktifa etmeyerek,
    kutsal kitabın harflerinden gizli manalar çıkarmaya
    uğraşmaktır(Hilmi Ziva Ülken, İslâm Feisefesi,
    s.24-25).

    İslâm âleminde ise harflerin bazı husûsiyetlere
    sahip olduğu inancı oldukça eskidir (Ali Ekber Dehhuda, Luğatnâme,
    XI. s. 476). Bu itibarla Kur'an'ın yirmi dokuz sûresinin basındaki
    harflere çeşitli anlamlar verilmiştir. İslâm uleması
    arasında hurûf ile uğraşanların başında
    Hallâc-ı Mansûr (ö. 922) ibn Nedim (ö. 987)'den sonra
    ibnü'l-Arabî (1165-1240), ibn-i Haldûn (1332-1406), Abdurrahman-ı
    Bistâmî (ö. 1454) ve Sarı Abdullah Efendi (1584-1660) gelir.

    İslâm Dünyası'nda Hurûfîliği bir
    inanç sistemi, bir fırka halinde yayan Esterâbâdlı Fazlullâh-i
    Hurûfî'dir. XlV. asrın sonlarında İran'da Timur'un
    saltanatında (1370- 1405), tarikat ehlinin büyük müsâmaha gördüğü
    zamanda Fahlillâh-i Hurûfi, bugün Gurgan diye bilinen,
    İran'ın Hazar Denizi'nin güney-doğu
    kıyılarına yakın Esterâbâd şehrinde
    fırkasını yaymaya başlamıştır.

    Eski devirlerden beri batını akidelerin kök
    saldığı İran'da kendi fikirlerini bu batınî
    metodlarla kurmaya çalışmış olan Fazlullâhi Hurûfi
    Bâtıniyye'den Şeyh Hasan-i Cûrî (ö. 743/1342-3) ve O'nun
    halifelerinin tesiri altında kalarak fırkasını
    kurmuştur. Fazlûllâh, Bâtınîlerin te'vil metotlarını
    en iyi bir şekilde değerlendirerek, harflerin önemini ve onların
    sayılarla olan münasebetlerini ortaya koymuş, dînî emîr ve
    hükümleri Arap ve Fars alfabelerindeki yirmisekiz ve otuziki harfe irca
    etmiştir. Allah'a ait sırların harf ve sayılarda
    gizlendiği kabul edilen manalarını çözmeğe çalışmış;
    gelecekteki hadiseleri önceden keşf için faydalanılan Ulûm-i
    garibe ve Ulûm-i harfiye yanında ilm-i hurûf'un esaslarını
    ortaya atarak bu bilgiyi orijinal bir şekle sokmuştur.

    Fazlullâh-i Hurûfî, otuz iki yaşında iken
    kurduğu fırkayı, önceleri Tebriz ve İsfahan'da
    yaymaya başlamış ve yaptığı rüyâ
    tabirleriyle büyük şöhret kazanmıştır. Kurduğu
    Hurûfîlik fırkası kısa bir zamanda iran'ın her
    tarafına yayılmıştır (Abdulbaki Gölpınarlı,
    Hurûfilik Metinleri Kataloğu, s. 7).

    Fazlullâh Arap Alfabesindeki yirmisekiz harf yerine
    Fars Alfabesindeki otuz iki harfi esas almıştır. Kur'ân-ı
    Kerim'e karşılık olmak üzere, Farsça, Câvidân-nâme
    ismiyle kendi fikirlerinin ana kaynak kitabı olan eserini telif
    etmistir.

    Fazlullâh-i Esterâbâdı'nin dini görüşleri
    yani akîdesi Şeriata muhâlif görüldüğünden, tevkif
    edilerek Alıncak Kalesi'nde yapılan muhâkemesi sonunda,
    Timur'un oğlu Mırân Şâh (1404-1407)'ın emriyle
    (796/1394)'de boynu vurularak katledilmiştir (Dânişmandân-ı
    Azerbayean, s. 387; Hurûfîyân, s. 232).

    Hurûfî Akîdesi

    Hurûfîliğin kurucusu Fazlullâh'a göre,
    İslâm mutasavvıflarının da belirttiği gibi,
    Allah gizli bir hazine (kenz-i mahfî) olup; her şeyin hakikati,
    mevcudiyeti ve ruhu ise seslerdir (Clément Huart, Hurûfîlîk, İA,
    V/ l, s. 598). Gizli bir hazine olan Allah'ın ilk tecellisi kelâm
    şeklinde görülen seslerden ibarettir. Sesin (savt) kemâli kelâm,
    yani sözdür. Kelâm ise ancak insanlarda zuhûr eder ve kendisini sesle
    gösterir. Kelâm bir takım unsurlar halinde bazı şekiller
    alır. Bu unsurlar Arap ve Fars Alfabelerinin yirmi sekiz ve otuz iki
    harfidir. Söz ise harflerden meydana gelmiştir. Ses canlılarda
    bilfiil; cansız varlıklarda bilkuvve mevcuttur. Cansız bir
    maddeyi diğer bir cansıza vurursak, onun cevheri olan ses ortaya
    çıkar. Bu, canlılarda irade ve istekle meydana gelir. Nebâtatta
    yüksek bir tecelli halinde zuhûr eden savt, hayvanda kemâl ve insanoğlunda
    ise ekmel bir halde zâhir olur (Câvidân-nâme'nin Nesimî'ye Tesiri, s.
    30-31, 66).

    Hurûfiler âlemin sonsuzluğuna, daimî bir
    deverân hareketine ve hareketten tabiî hadiselerin meydana geldiğine
    inanırlar. Cenâb-ı Hak bir insanın yüzünde tezâhür ve
    insanı temyîz eden bir kelâmdır. Bu kelâmın
    unsurlarında da bir sayı değeri vardır. Böylece
    bütün varlıkların asıl unsuru olan yirmisekiz harfi insan
    yüzünde görmek mümkündür. insan yüzünde doğuştan yedi
    hat vardır: iki kaş, dört kirpik ve bir saç. insan bu yedi hat
    ile doğduğu için bunlara "hutût-ı ummiye" (ana
    hatları) denir. Bunlar hâl ve mahâl toplamı ondört eder. Yedi
    de "hutût-ı ebiye" (baba hatları) vardır ki,
    bunlar erkekte ergenlik çağında çıkar: Yüzün sağ
    ve sol yanlarında iki sakal kılları, iki yanağın
    iki tarafındaki (burun) kılları, iki bıyık ve bir
    de alt dudaktaki (enfaka) kılları. Bunlar da hâl ve mahâl
    itibariyle on dört eder. Ana ve baba hatlarının toplamı
    yirmisekiz olur ki, bu Kur'ân'ın yazıldığı
    yirmisekiz harfe tekabül eder.

    Bu hatlar hava, su, ateş ve toprak gibi dört
    unsurdan meydana geldiği için her biri dört telakki edilerek yedi
    ile çarpılırsa yine yirmisekiz elde edilir. Eğer saçı
    ortadan ikiye bölersek, bu yedi hat sekiz olur. Dört unsur ile çarpımı
    otuziki eder. Bir başka şekliyle söylersek, ana ve baba hatları
    yedişerden ondört eder. Hâl ve mahâl itibariyle ise yirmi sekiz;
    buna Farsça'daki (p, ç, j, g) harflerini eklersek otuziki elde edilir.
    Ãlemde her ne varsa otuzikiye tatbik olunur. Bütün kâinât dokuz
    felek, on iki hurç ve yedi seyyâreden ibaret olup, bunlara dört unsuru
    ilave edersek otuziki çıkar. Otuzikinin dışında
    başka bir şey mevcut olamaz (İstivâ-nâme, s. 6, 36,
    48-49)

    Hurûfiler, Kur'ân'da manası açık ve kesin
    âyetler (muhkemât) ile sûre başlarındaki (mukattaât) ve
    manası anlaşılamayan yani çeşitli te'vile musâit
    âyetler (muteşâbihât) hakkında, tefsir âlimleriyle aksi
    görüştedirler. Kur'ân'ın sırrının yirmidokuz sûrenin
    başında gelen hurûf-ı mukattaâtda toplandığı
    kabul edilmiştir. Bu harfler ondört adettir:

    (elif-lam-ra/kef-he-ye-ayn sın/tı-sın/ha-me/gaf-nun)

    Bu sûre başlarında gelen ve tekrarlanmayan
    ondört harfin meydana getirdiği mukattaâtı, Hurûfîler
    muhkemât sayarlar. Hurûf-ı mukattaât kast edilirse yani, söylendiği
    gibi yazılırsa onyedi olur. Bu harflerin imlâlarında:
    elif'de f, sad'da d ve nun'da v harfleri bulunur. Bu üç harfin (f, d, v)
    ilâvesiyle hurûf-ı muhkemât onyedi olur. Arap Alfabesindeki bu
    onyedi harfin dışında
    kalan(be-te-se-cim-ha-hı-zel-ze-şın-dat-zı-gayın)
    onbir harfe hurûf-ı müteşâbihât denir.

    Hurifîlerce asıl kelam-ı ilâhı bu ondört
    huruf-ı mukattaâttır ki, vech-i âdem (insan yüzü) ondan feth
    olunmuştur, denir. insan yüzündeki ana hatlarının
    kendileri ve bulundukları yer itibariyle toplam sayıları
    olan ondört ile, hurûf-ı mukattaâtın ondört eşitliği
    buna delil gösterilir.

    (he-zel/mim-nun/gaf-dat-le/ra-be-ye) "Bu Rabbimin
    faziletindendir" (en-Neml, 27/40) ve "Bu Allah'ın
    faziletidir" (el-Maide, 5/54) beyânlarında olduğu gibi,
    Kur'ân-ı Kerim'de göçen (fazl:fe-dat-le) kelimesinden kastedilenin
    Fazlullâh-i Hurûfi olduğu ve insanın yüzünde de
    (Fazl:fe-dat-le) isminin okunduğu iddia edilir.

    Hurûfîler bütün dinî hükümleri kendi düşünceleri
    doğrultusunda izah ederler. Kelime-i Şehâdet, namaz, oruç, hac
    ve zekât gibi bütün dinî hükümler te'viller ile hep yirmisekiz ve
    otuziki harfe tatbik edilerek açıklanır. Rakam fazla veya eksik
    olursa, hesabı doğrultmak için ilm-i hurûf'un usullerine baş
    vurulur ve dört işlem yoluyla sonuca ulaşılır.

    Bu fırkanın düşüncesinin esası,
    insana en yüce mertebeyi vermektir. Mevcûdât, mutlak varlığın
    tezâhürüdür. Bu zuhûr kuvvet âleminden, yani melekûttan tabiat ve
    anâsır âlemine gelmiş, semâvâtla anâsırın
    birleşmesinden cemâdât, nebâtât ve insanlar meydana gelmiştir.
    Bu zuhûr insan oğlunda kemâle ermiştir (hurûfîlik Metinler
    Kataloğu, s. 19-20).

    İran'da XIV. asır sonlarında Esterâbâd
    havalisinde ortaya çıkan Hurûfîlik kısa bir sürede ülke sınırlarını
    aşarak Hindistan, Azerbaycan, Irak, Suriye, Anadolu ve Rumeli'ye
    sıçradı. İran hudutları içinde sık takibâta uğrayan
    Hurûfîler, akidelerini yaymak, kendilerine bir yurt bulmak için
    bilhassa Osmanlı Ülkesine âdeta sığınmışlardır.
    Fazl'ın baş halifesi Ali el-A'lâ (ö. 822/1419) Anadolu'ya
    gelerek, Hacı Bektaş Tekkesi'nde inziva ederek Hurûfîliği
    yaymaya başlamıştır. Câvidân'daki bütün illâhî
    teklifleri te'vil ve inkâr eden bölümleri, nefs-i ammârenin
    isteklerine uygun olduğundan kısa zamanda çok taraftar bulmuştur.
    Hurûfi inançları Bektaşiler arasında "sır"
    adı altında yayılmıştır (Hoca İshak
    Efendi, Kâşifu'l-esrâr, s.3-4). Yine bu fırkanın önde
    gelen halifelerinden İmadeddin Nesîmî (ö. 821/1418) gibi kudretli
    bir şâirin tesiriyle ve onu takip edenlerin vasıtasıyla bu
    fırka uzun zaman Anadolu ve Rumeli'de yaşamıştır.
    Nesimî'nin müridi şâir Refiî (IX/XV. asır), Abdülmecid Ferişteoğlu
    (ö. 564/1459) ve Virânî Baba (Xl/XVII. asır) gibi Hurûfiler bu akımı
    daima canlı tutmuşlardır .

    Bir ara Hurûfiler Fatih Sultan Mehmed (saltanatı:
    1451-1481)'in Sarayına kadar nùfûz etmişlerdir. Ulemayı
    telâşa düşüren bu olayda, Vezir Mahmud Paşa (ö.
    879/1474)'nın gayreti ve Mevlânâ Fahreddin-i Acemî (ö.
    865/1460)'nin yardımıyla Hurûfiler korkunç bir şekilde
    cezaya çarptırılmışlardır (Taşköpri-zâde,
    Şekâyık-ı Nu'mâniye, trc. Mecdı, s. 81-83). Bundan
    sonra Anadolu ve Rumeli'deki Hurûfîler, kendilerini gizleyerek, ekseriye
    Bektaşî gibi görünerek varlıklarını uzun süre
    muhafaza etmişlerdir .

    XIV. asrın ikinci yarısı sonlarında
    Hurûfîliğin İran'da ortaya çıkmasıyla beraber,
    kısa bir müddet sonra bu fırkanın esasını ve
    prensiplerini ortaya koyan pek çok eser telif edilmiştir. Zaman
    zaman tâkibâta uğrayan bu fırkanın taraftarlarıyla
    beraber kitaplarının da yok edilmesine rağmen halen dünyanın
    muhtelif kütüphanelerinde Hurûfî eserlerine rastlanmaktadır (Ali
    Ekber Dehhuda, Luğat-nâme, XI, s. 488).

    Hurûfi fırkası'nın harf ve sayı
    nazariyesinin esasını bir sistem olarak ortaya koyan eserlerin
    başında Fazlullâhî Hurûfı'nin Câvidân-nâme adlı
    eseri gelmektedir. Bu, Hurûfîliğin ana kaynak kitabıdır.
    Bundan başka Fazl'ın Arş-nâme, Muhabbet-nâme, Nevm-nâme
    ile bir Dîvân ve Vasiyetnâme adlı eserleri bulunmaktadır.
    Fazlullâh'ın baş halifesi olan Ali el-A'lâ'nın Klyâmet-nâme
    ve tevhîdnâme'si; Nesîmî'nin Dîvân ve Mukaddimetu'l-Hakâik'i; Emîr
    Giyâseddin'in İstivâ-nâme ve Mektub'u; Mır Şerîf'in
    Hacnâme, Mahşer-nâme ve Beyânu'l-vâkî'si; Refiî'nin Beşâretnâme
    ve Gençnâme'si; Abdulmecîd Ferişteoğlu'nun Işk-nâme ve
    Ahiretnâme; Yemınî'nin Fazîlet-nâme'si; Muhîtî'nin Dîvân'ı;
    Misâlî'nin Dîvân'ı; Arşî'nin Dîvân'ı; Hamza Dede'nin
    Câvidân-nâme şerhleri; İskurt Muhamed Dede'nin Salât-nâme'si;
    Emîr İshak'ın Turâb-nâme'si gibi eserleri Hurûfiliğin
    diğer kaynakları olarak sayabiliriz (Gölpınarlı, Hurûfîlik
    Metinleri Kataloğu, III-VII; A/i Ekber Dehhuda, Luğat-nâme, XI,
    s. 488).

      Forum Saati Paz Mayıs 19, 2024 12:43 pm