KIZILBAŞLIK Uyeoll10

Join the forum, it's quick and easy

KIZILBAŞLIK Uyeoll10

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

    KIZILBAŞLIK

    By BiLiNMeZ
    By BiLiNMeZ
    SD Admin
    SD Admin


    Nereden : İstanbul
    Üyelik : 03/09/09
    Mesaj Sayısı : 5443
    Rep Gücü : 38115
    Başarı Sistemi : 11
    Uyarılar : Uyarı Yok
    Yorum : Dikkat: Bu Site Bağımlılık Yapar

    KIZILBAŞLIK Empty KIZILBAŞLIK

    Mesaj tarafından By BiLiNMeZ Paz Ara. 13, 2009 7:09 pm

    KIZILBAŞLIK



    Şiiliğin gulat (aşırı)
    kollarından biridir. Türkiye'deki bağlılarına verilen
    ad. Başlangıçlarda kırmızı tac giyip,
    kırmızı sarık sardıklarından dolayı
    kendilerine Kızılbaş adı verilmiştir. Görünürde
    şianın 'İsna aşeriye İmamiyye' mezhebinden
    olmakla birlikte temel inançları bakımından onlara göre
    çok büyük farklılıklar gösterirler. Şianın
    bazı kollarının ve bu arada Yemen taraflarındaki
    Zeydiyye ile İran'daki Caferiyye (İsna aşariye), hatta büyük
    bir bölümü ile Hindistan'daki İsmâiliye mezheplerine bağlı
    Şiilerin yorumdan doğan farklılıklara rağmen,
    temelde- iman konusunda ve özellikle farz ibadetlerde sünnilerden
    büyük bir fark taşımamalarına karşın,
    Kızılbaş âlevîleri hem inanç, hem de ibadet bakımından
    sünnilerden olduğu gibi bu şii mezheplerden de
    ayrılırlar.

    Türkiye bakımından âlevî denildiğinde
    ilk akla gelenler de, hep Kızılbaşlar ve onlara çok yakın
    inanç ve ayinleri taşıyan Tahtacılar'dır. Halk
    arasında Adana-Mersin-Hatay dolaylarında yaşayan Nusayrîlere
    de 'alevî' denilmesine karşın, onların da
    Kızılbaş âlevîlerle bir ilgisi ve uzun boylu ortak yanları
    yoktur. Nusayrîler apayrı bir kol, hatta İslâm'dan kopmuş
    apayrı bir dinin bağlısı kimselerdir.
    Kızılbaşlarla aynı inancı taşıyanlardan
    İran'da yaşayanlara, halkın çoğunluğunu
    oluşturan Caferîler'ce yörelerine göre- "Ali Allahî"ler,
    "Guran"lar, "Gulyailer" gibi adlar verilir ve bağlıları
    "tekfir" edilir.

    Araştırmacıların,
    Kızılbaşların kökenini, 'anarşist' ve 'batınî'
    tutumlarına bakarak bir yanıyla Mazdekîlik ve Babekîlik'e (onlar
    da kırmızı elbise giyerlermiş); ayinlerini ve kimi
    âdetlerini gözönünde tutarak diğer yanıyla da Türk
    Şamanlığına dek uzatmalarına rağmen; inançlarını
    ifadelendirdikleri ve ayinlerinde de okuyarak ibadet ettikleri "nefes"
    adlı deyişleri esas alanlarca, Kızılbaşları
    Erdebiliye tarikatına bağlamak daha tutarlı bir görüş
    olarak zikredilir.

    Bilindiği üzere Erdebîliye tarikatı,
    tanınmış İran Hükümdarı Şah İsmail'in
    atalarından Şeyh Sâfiyuddin tarafından kurulmuş bir
    "sünnî tarikat" iken, bu soydan ilk saltanat davası güdüp
    de öldürülen şeyh Şah ibrahim'in oğlu Şeyh Cüneyd
    zamanında şiiliği benimsemişlerdir. Tarihçiler, bu değişikliğin
    Şeyh Cüneyd tarafından saltanatı ele geçirmek uğruna,
    sırf Suriye, Anadolu ve Azerbaycan'daki sii-batınî kolları
    kendi safına çekmek için yapıldığını
    belirtirler. Simavnalı Şeyh Bedreddin
    bağlılarıyla da bağlantı kuran Şeyh Cüneydtin
    öldürülmesinden sonra yerine geçen ve Erdebil Sûfileri tarafından
    "tanrının zuhuru" olarak görülen Şeyh
    Haydardır ki, ilk defa oniki dilimli kızıl taçı giyip,
    kızıl sarık sarmış ve bağlılarına
    da, derecelerine göre bu tacı giydirip, bu sarığı
    sardırmış ve böylece de "kızılbaşlık"
    olayı ortaya çıkmıştır. Şeyh Cüneyd'in başlatıp
    da Şeyh Haydar'ın kemâline erdirdiği bu hareket, sonuç
    vermekte gecikmemiş; nitekim, 1501 yılında Şeyh
    Haydar'ın oğlu İsmail, Türkmenlerin de desteğini
    alarak Akkoyunlularla yaptığı savaştan sonra Tebriz'i
    ele geçirip devletini kurmuştur. O günden beri (en azından
    Safeviler hanedanının yıkılışına dek) Türkiye
    Kızılbaşları'nın Safevî Şiasına
    bağlılığı sürüp gelmiştir.

    Şunu da belirtmek gerekir ki olay, Şeyh
    Haydar'la kemâle erdirilmiş olmakla birlikte, İran Türkmenleri
    gibi Anadolu Türkmenleri arasında da bu noktada
    başlamış değildir. Bu bakımdan, bu
    hızlı yayılmanın yoğun propagandanın
    etkisinden öte kimi sebepleri üzerinde de durmak gerekir.

    Gerçekten de, tâ Selçukoğulları döneminden
    itibaren Anadolu'ya akın etmeğe başlayan ve adlarına
    destan dizilmesi âdet haline gelmiş olan "Horasan pirleri, rum
    erenleri, gaziyanı rum, bacyanı rum"lar ele avuca
    sığmaz bir hareketlilik içinde bulunmakla, yerleşik düzene
    ve dolayısıyla 'devlet'e bir türlü uyum gösterememiş;
    uyumsuzluk 'inanç ve davranışlarına da
    yansıdığından, terkettikleri dinin kimi öğelerine
    sarılma ve sığınma ihtiyacı sonucunda, ortaya 'karma'
    bir yapı çıkmış ve nitekim
    Cengizoğulları'nın Selçukoğulları'nı
    boyunduruk altına alışı sırasında bu durum
    "Ahi Mevlevi" kavgası biçiminde şiddetli bir
    patlamaya yolaçmış, tarikatlar arası bu kavgada çokça
    kan dökülmüştür.

    Babaî, Kalenderî, Hayderî, Bektaşî, Hurufi
    adlarıyla anılan ve tamamı batınî tarikatlarla eski
    dinlerinin karması inançları İslâm inancına
    katıştırmış olarak taşıyan bu zümreler,
    kuruluş süreci içinde Osmanlı ile birlikte her yöreye uzanmış,
    Anadolu'nun ve Balkanlar'ın İslâmlaşmasında büyük
    rol oynamışlardır. Ancak, devletin tam
    olgunlaşmasından sonra, üstelik Hacı Bayram Veli gibi kimi
    önderlerinin kırmızı taç ve sarığı beyaz
    çuhaya çevirmelerine rağmen, aynı uyumsuzluk yeniden başgöstermiştir.
    Ki, Şeyh Bedreddin olayı bunların en göze çarpanlarından
    biridir.

    İşte, İran Şahı I.
    İsmail'in babası Şeyh Haydar'ın yapmış
    olduğu iş gerçekte bu potansiyeli iyi değerlendirmek
    olmuş, bunun sonucunda da bir yanda devlet, diğer yandan
    kızılbaşlar olmak üzere çekişme sürüp gitmiştir.
    Ne Sultan II. Bayezid'in başkaldıranları ezişi, ne
    Yavuz Sultan Selim'in Çaldıran öncesi uyguladığı
    kırım ve ardından Şah II. İsmail'i mağlup
    edişi, hiç bir zaman bu içten içe sürüp giden ayrılığı
    ortadan kaldırmağa yetmemiştir.
    Kızılbaşlık, yüzyıllar boyu, kırsal kesimde
    açıktan açığa, kentlerde ise, Bektaşilik
    kimliğine bürünmüş olarak varlığını sürdürmüştür.
    Ancak aradaki benzerlikler sebebiyle, Kızılbaşlık ile
    Bektaşiliği de karıştırmamak gerekir.
    Bektaşilik her isteyenin girebileceği bir tarikat olduğu
    halde, Kızılbaşlık yalnızca
    kızılbaş soyundan gelenlerin bağlı bulunduğu
    bir mezhep, hatta bir tür din olarak süregelmiştir.

    Nitekim, Kızılbaşlık'ta üç
    sünnet, yedi farz vardır. Sünnetler: Dilden tevhid kelimesini bırakmamak,
    kibirlenmemek ve düşmanlık yapmamaktır. Farzlar ise;
    mezhebin sırrını saklamak, mezheptaşları ile
    birlikte olmak, yalan ve gıybetten kaçınmak, hizmette kusur
    etmemek, mürşidine itaat etmek, musahibini görüp gözetmek,
    halifeden taç ve kisve giymektir. Bir de hepsinin üstünde, "Allah-Muhammed-Ali"
    üçlemesinin bir gereği ve uzantısı olarak, Ali ve evlâdı
    konusunda tevella ve teberrada bulunmak; yani Ali ve evlâdını
    dost bileni dost, düşman bileni de düşman bilmek.

    İnançlarında esas, Ali'yi tanrı
    tanımaktır. Şehadet kelimelerindeki "Lâilâhe
    İllallah, Muhammed Resûlullah, Aliyyü Veliyallah, Veliyyü
    Aliallah" sözleri de bunu açıkça gösterir. Ali, binbir
    biçimde görünmüş ve halkı
    şaşırtmıştır. Gerçeği bulabilen bu yüzden
    çok azdır ve o gerçek de, Allah, Muhammed ve Ali'nin, üçünün
    bir tanrı olduğudur. Onlara göre, bu üçlemeye rağmen,
    Ali en üstündür. O, bir yandan Muhammed'in vasisidir, bir yandan
    Muhammed'in mürşididir, bir yandan da tanrıdır.

    İbadetleri ise, tevil ederler. Sözgelimi, beş
    vakit namaz 'evvel'e, 'sani'ye, 'natık'a, 'esas'a, 'imam'a
    işarettir. Namazın tekbir, kıraat, rükû, sücud, tesbih,
    tahiyye ve selâmı ise, yedi imama delil gibi.
    Dolayısıyla da bu tevillerine dayanarak her türlü ibadetten
    uzak kalırlar.

    Bununla birlikte kendilerine has kimi ibadetleri
    vardır. Muharrem'de tutulan 12 günlük oruç. Bu süre içinde su
    içmez, et yemez ve diğer hayvansal gıdalardan da uzak dururlar.
    Ayrıca kışın, şubat ayında üç günlük bir
    oruçları daha vardır. Bunun dışındaki ibadetleri
    ise, geceleri gerçekleştirmiş bulundukları ayinlerdir. Yörelere
    göre değişiklik gösteren ve bazı bölgelerde sayısı
    beşe kadar çıkan bu ayinlerden en önemlisi görgü ayini ile
    sorgu ayinidir. Görgü ayini kış aylarında cuma geceleri
    yapılır ve miraç olayı temsil edilmiş olur. Sünnî
    halk arasında "mum söndü" diye bilinen bu ayinler sırasında
    ayinin yapıldığı yöreye dış gözcüler, eve
    de iç gözcüler yerleştirilerek güvenlik önlemleri alınır.
    Kadınlar ve erkekler aynı mekânda ama ayrı yerlerde
    oturarak bu ayinlere katılırlar. Sazlar eşliğinde
    "nefesler okunur. O gün için kesilmiş bulunan kurbanın
    yağının konulduğu çerağlar yakılır.
    Kesilmiş olup da kemikleri kırılmadan içi boşaltılmış
    olan kurban bir kazan içinde kaynarken de, "La ilahe illallah, hak
    laîlahe illallah, sen Ali misin güzel şah, şah lailahe
    illallah" tarzında zikirler çekilir. Bu ayinler sırasında
    musahip kavline girenler için merasim yapılır ve daha birçok
    seremoniden sonra sofra kurulur, pişmiş olan kurban ortaya
    getirilerek yenilir. Saklanan kemikler sonra bir araya toplanarak belli
    bir yere gömülür ve ayini idare eden dedenin ortaya mendil açıp
    nezirleri toplamasının ardından da ayin sona erer.

    Yine kış aylarında yapılan sorgu
    ayini de, daha çok, şikâyetlerin çözüme kavuşturulduğu,
    suçluların cezalandırıldığı,
    barışmaların gerçekleştirildiği, yine sazlı
    sözlü, zikirli nefesli, sohbetli ayinlerdir. Verilecek en büyük ceza,
    kişinin (üyelikten) düşürülmesidir. Bununla bir bakıma
    o kişi afaroz edilmiş olur, ayinlere alınmaz. Belli bir süre
    sonra, yine bir sorgu ayininde, dede, gerekli görürse bu düşkünü
    yine merasimlerle kaldırır. Perşembe günleri yapılan
    bu sorgu ayinlerinde kaldırılmış olanlar cuma günkü
    görgü ayinine katılabilirler.

    Diğer ibadetleri olduğu gibi Haccı da
    tevil ettiklerinden, Kızılbaşlar'dan hacca giden pek
    bulunmaz; ama, Hazreti Ali'nin yattığı Necef'i, Hazreti Hüseyin'in
    yattığı Kerbelâ'yı, Musa Kâzım ve Muhammed
    Taki'nin yattığı Bağdad'ı, Ali Naki ve Hasan
    Askeri'nin yattığı, Mehdi'nin de mağaralarından
    birinde kaybolduğu Samarra'yı, Ali Rıza'nın
    yattığı Meşhed'i; ayrıca başta Hacı
    Bektaş, Abdal Musa gibi kimselerin kabirlerini ziyaret ederler. Yörelerindeki
    yatırları ziyaret edip kurban kesmek de sıkça yaptıkları
    işler arasındadır.

    Türkiye'de "alevî" genel adı
    altında bilinen gruplardan Caferî mezhebine mensup olan
    müslümanlar ile müslümanlıktan çıkmış olan
    Nusayriler bir yana bırakılırsa, geriye kalanların
    tamamı kimi yöresel farklılıklara rağmen, bu inanç,
    bu ibadet ve bu ayinlerle yoğrulmuş olan kimselerdir.
    Bektaşi zümreleri de, özellikle kırsal kesimde,
    Kızılbaşlarca kabûl edilmiyor olmalarına
    karşın inanç ve ayinleri ile aynı zümrenin içinde sayılabilirler.

    Ancak, son zamanlarda, gerek şehirlere akın
    ve gerekse toplu iletişim araçlarının köylere kadar
    girmesi üzerine "kapalı toplum" yaşamından
    kopukluğun başlamasıyla birlikte alevi dede ve
    babalarının eski etkinliklerini kaybettiği, bunun sonucunda
    da kızılbaşlar alevîlerden bir bölümünün büsbütün
    dinsizleşirken, bir bölümünün de Şii Caferi mezhebinin gerçeklerine
    uymağa başladığı, hatta bir
    kısmının sünniliği benimseme yoluna girdiği gözlenmektedir.
    Dışa kapalı bir toplum yaşamının sonuçlarından
    olan bu aşırılığın zaman içinde büsbütün
    ortadan kalkacağını ve ülkemizde sayıları hayli
    yüksek olan bu kimselerden kiminin sureta bağlı olduğu
    caferiliği, kiminin de sünni mezheplerden birini benimseyerek
    'yeniden' müslümanlaşacağını ummak yanlış
    olmayacaktır.

      Forum Saati Paz Mayıs 19, 2024 1:36 pm